Dünya Anti Doping Ajansı’nın (WADA)
doping ile mücadele talimatını yayınlan-
dığı 2004 yılından 2013’e kadar kontrol
amaçlı olarak uygulanılan test taramala-
rının sayısı 270000’e yakındır. İstatistiki
bilgilere göre ise başta futbol olmak üze-
re atletizm ve bisiklet branşları en fazla
doping testinin gerçekleştirildiği spor
disiplinleri olarak öne çıkmaktadır. On-
ları su sporları, basketbol ve halter takip
etmektedir.
Doping kapsamı içine alınan yasaklı
yöntem ve maddeler içinde yıllardır zir-
vede olan grup anabolik -kas kitlesini ge-
liştirme- amaçlı olarak kullanılan kimyasal
maddelerdir (2012 yılındaki oranı % 51).
Bu maddelerin kullanılma oranında bir
önceki seneye göre % 60 oranında azal-
ma olmasına karşın Glukokortikosteroid
ile Peptid hormonları/büyüme faktörleri
gibi ürünlerin kullanımında artış söz ko-
nusudur.
İlk yasak 1928’de
Geçmişe bakıldığında, 1928 yılında ve
ilk olarak Uluslararası Amatör Atletizm
Federasyonu (IAAF) dopingi yasaklamış-
tır. Bu tarihin milat olarak kabul edilmesi
sonrasındaki doping ile mücadele yılların-
da ilaç-test paradigması ortaya konmuş,
yani sporcuların idrar ve kan gibi biyolojik
sıvılarında yasaklanmış maddelerin ta-
raması dikkate alınmıştır. Bu bağlamda,
insan vücudunda doğal yolla yapımı ol-
mayan uyarıcı, narkotik, Beta-2 agonist,
diüretik vb. ilaç ve kimyasal maddeler
farklı biyo-tekniklerle tespit edilmeye ça-
lışılmıştır.
Ancak günümüzün farmakolojik en-
düstrisi biyoteknolojik ilerlemeye paralel
olarak dikkate değer bir miktarı rekombi-
nant protein ve peptitlerden oluşan yeni
ilaçları piyasaya sunmaktadır. Bunların
özellikleri ise insan vücudunun yaptıkla-
rına çok benzer nitelikte olmaları, hatta
tam olarak aynı diyebileceğimiz kadar do-
ğal görünmeleridir. Bu sebeple adı geçen
ürünleri biyolojik sıvılarda tanımlamak,
hatta ayırt etmek çok zor ve bazı vakalar-
da neredeyse imkânsızdır.
Diğer yandan günümüz doping uygu-
layıcılarının yöntemleri de daha sofistike
ve medikal danışmanlar ile ilişkili hale
gelmiştir. Ayrıca farklı hastalıkların teda-
vileri için üretilmiş bulunan lisanslı yeni
nesil ürünlerin (örnek: ESA’lar- kırmı-
zı kan hücrelerinin yapımını tetikleyen
ürünler) varlığı ve onlara birçok kişi için
ulaşma kolaylığı söz konusudur. Bunlara
ilaveten, kanunsuz kurulmuş ve dene-
tim dışı çalışan, farmakolojik endüstrinin
kara-market laboratuvarlarında bunlara
benzer daha birçoklarının tasarlandığı da
var sayılmaktadır.
Bu nedenle, ESA’ların etkinliğini takip
ederken tam kan sayımı içindeki para-
metrelerden Hemoglobin (Hb) düzeyinin
bilinmesinin en önemli nokta olacağını
söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu dü-
şünceden de hareketle daha 1990’ların
ortalarında bir takım uluslararası fede-
rasyonlar kandaki Hb ve Hct seviyelerinin
fizyolojik kabul edilebilecek üst limitlerini
belirleyip düzenledikleri müsabakalar için
katılım şartı olarak ilan etmişlerdir. Bu sı-
nırların üstündeki hematolojik değerlere
Sporcu biyolojik pasaportu
Spor sırasında sağlığın korunması, doğal fizyolojik sınırlarda ve etik değerlere uygun olarak yarışılmasının temel
amaç olduğu kabul edecek olursak; doping ile ilgili olan yasaklı madde ve yöntemlerin bireysel performansı artır-
maya yönelik olarak kullanılması günümüz sporlarının en ciddi sorunudur.
Yazan: Prof. Dr. Gökhan Metin
İki Sistem yaklaşımı
Bireylerin “gayri-akılcı” davranışlarının
nedenleri üzerine çok sayıda açıklama var.
Bu açıklamalar bir milyon yıl önceki ata-
larımızın davranışlarından aldığımız mi-
rastan, beynimizin ve hormonlarımızın
çalışma biçimine kadar uzanıyor. Ancak
anlaşılması en kolay olan yaklaşım, insan-
ların düşünürken/davranırken iki farklı
sistemi kullandıklarını söyleyen İki Sistem
yaklaşımı. Otomatik Sistem adı verilen
1.Sistem kendiliğinden, çaba gösterme-
mize gerek bırakmadan harekete geçen
ve kontrol edemediğimiz bir yargılama
biçimi. “Reflektif” Sistem adı da verilen 2.
Sistem ise daha bilinçli olarak kontrol edi-
len, hesaplama gerektiren, enerji tüketen
ve yavaş bir sistem. Kahnemann’ın son ki-
tabında adlandırdığı gibi 1.Sisteme HIZLI,
2.Sisteme ise YAVAŞ sistem adı verebiliriz.
Bir odada gaz kokusu olduğunu fark
etmemiz için 2.Sistemi devreye sokup
düşünüp taşınmamız gerekmez. Ama gaz
kokusunun kaynağını bulmamız ve daha
önemlisi hangi telefonu aramamız gerek-
tiğini ancak 2. Sistemle yapabiliriz. Örne-
ğin 34 derece sıcaklıktan bahsettiğimizde
bunun sıcak olduğunu otomatik olarak
biliriz ancak ölçüm biriminin Fahrenheit
olduğunu söylersem, ya hesap yapma-
mız ya da Google’a başvurmamız gerekir.
Anadilimizi konuşurken 1.Sistem, yabancı
bir dili konuşurken ise 2.Sistem devreye
girer.
Zihinbilimciler 1.Sistemin beynimi-
zin diğer canlılarda da gelişmiş olan eski
kısımlarıyla ilişkili olduğunu söylüyorlar.
Ancak 2.Sistem, insan beynini diğer canlı
beyinlerinden farklı kılan gelişmiş “neo-
cortex” ile daha fazla ilişkili. Vahşi ya-
şamda var olabilmek bizi tehditlere karşı
tetikte tutan 1.Sistemin iyi çalışmasına
bağlıyken, gelişmiş bir medeniyet kurabil-
memiz de 2.Sistemin performansının bir
sonucu.
İki farklı bilişsel sistemin bir arada var
olduğunu kabul etmemiz, Kahnemann
ve Tversky’nin çok erken dönemde gös-
terdiği düşünsel hataları ve gayri-akılcı
davranışları neden yaptığımızı açıklıyor.
Kendiliğinden harekete geçen 1. Sistem
hızlı sonuçlar çıkarmamızı sağlarken,
daha tembel ve daha fazla enerji tüke-
ten 2.Sistem daha yavaş kalır. Dolayısıyla
herhangi bir karar alma sürecine girdiği-
mizde 1.Sistemin sağladığı kolaylıklarla
2.Sistemin analitik doğruluğu arasında
bir çatışma yaşanması kaçınılmaz olur.
Bu çatışmaları azaltmak amacıyla “kısa
yollar” (heuristics) adını verdiğimiz bir
takım araçlar geliştirmiş durumdayız ve
düşünsel hatalarımızın büyük bir kısmı da
bu kısa yolları kullanmamızdan kaynakla-
nıyor. Bir karar vermemiz gerektiğinde 2.
Sistemi devreye sokmak yerine kısa yol-
lardan yararlanmak yaşamı biz insanlar
için çok daha konforlu bir hale getiriyor
ve hata yapmamızı da kaçınılmaz kılıyor.
Hata yapmaya doğuştan eğilimliyiz
Taylor’ın elinde saatiyle aradığı ku-
ramsal “akılcı” insan bu resmin neresinde
duruyor? Kahnemann, Tversky ve Thaler
gibi büyük ustaların modern bilimin araç-
larını da kullanarak bize öğrettiklerinden
yola çıkarak; bilimsel devrimin kilit taşı
“akılcı” insanın tamamen 2.Sistemle do-
nanımlanmış bir canlı olduğunu söyleye-
biliriz. Çıkarının ne olduğunu, bu çıkarlara
nasıl ulaşabileceğini bilen; kazanç ve za-
rar olasılıklarını nesnel olarak değerlen-
direbilen, “yetinmeci” bile olsa elindeki
verilerden yola çıkarak akıl yürütebilen
“akılcı” insanın sadece 2.Sistemi kulla-
narak karar vermesi ve hızlı düşünmenin
sürükleyebileceği hatalara karşı bağışıklık
sahibi olması gerekir. Bu tür bir insanın
da yaşamını sürdürebilmiş olması tam bir
mucizedir. Neden mi?
İnsan beyni vücut ağırlığının sadece
yüzde 2’sini oluşturmasına karşın dinlen-
me anındaki metabolizma tüketiminin de
yüzde 20’sini -saatte 11 kalori- üstlenir.
Sistematik düşünme gerektiren çabalar-
da bu enerji tüketiminin çok daha arttığı
göz önünde tutulursa 2. Sistemin tam bir
enerji kara deliği olduğunu söyleyebili-
riz. ÖSS türü sınavlardan çıktığınızda ya
da daha sonra öğrendiğiniz bir dilde su-
num yaptıktan sonra kendinizi ne kadar
yorgun hissettiğinizi bir düşünün. Bunun
sebebi 2. Sistemin yoğun çalışmasından
kaynaklanan “beyin yorgunluğu”. Keza,
uzun süre aç kaldığınızda karar vermekte
zorlanmanızın sebebi de 2. Sistemin tüke-
tebileceği kadar enerjinin bulunamaması.
Eğer geleneksel iktisadın öngördüğü
“akılcı” insan türü tarihin bir döneminde
var olmuş olsa bile, muhtemelen 2. Siste-
min ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlayama-
yacağından çoktan soyu tükenen canlılar
arasına karışmıştır.
Bu bakış açısıyla “akılcı” davranma-
nın insanoğlunun soyunun sürebilmesi
açısından “akılcı” bir tercih olduğunu
söyleyebiliriz. İktisatçıların öngördükleri
kadar akılcı olmayarak, yaşamımızı sürdü-
rebiliyoruz; ancak hata da yapıyoruz. Kısa
yollar, yanlı ve hatalı kararlarımız yaşamın
kaçınılmaz unsurları olarak önümüze çıkı-
yor.
Kurumların bu tür tuzakları aştığı söy-
lenebilir, aşıp aşmadıkları sosyal psikoloji-
ye sık sık başvuracağımız bir başka yazının
konusu. Ama yukarıda anlattığımız “akıl-
cı” sistemin kilittaşı olarak hata yapmaya
doğuştan eğilimliyiz, bunu kabullenme-
miz gerekiyor.
“Akılcılaşan” futbolda bu tür hataları-
mızın bedelleri çok daha yüksek olabilir.
Taylor’ın ruhu ne kadar stadyumlarda ve
antrenman tesislerinde dolaşsa da; fut-
bol eninde sonunda bireylerin anlık ya da
düşünülmüş kararlarının üzerinde yük-
selen bir oyun. Teknik direktörün taktik
tercihlerinden, kalecinin degajına; frikik
atışlarından, rövaşata atma girişimine ka-
dar oyunun her unsuru bireysel kararların
birer sonucu.
Dolayısıyla hata yapmaya eğilimli ol-
duğumuzu kabul etmemiz, bu hataların
neler olabileceğini öğrenmemiz ve bu ha-
talara karşı tedbirli olmamız; oyunumuzu
daha iktisadi olmasa bile, daha güzel oy-
namamıza yol açabilir.
Futbol Gelişim
76
77
Futbol Gelişim