Doğup büyüdüğü, altyapı eğitimini aldığı Hollanda'da da profesyonel olduktan sonra üç sezondur Kayserispor'un formasını giyiyor. Sol açık olarak başladığı futbol kariyerini sol bek olarak sürdürüyor ve sürati, çabukluğu, hücum gücü sayesinde yeni mevkiinin hakkını son derece modern bir çizgide veriyor. A2 Millî Takımımızın formasını giyen genç oyuncu, uyuşturucunun serbest olduğu bir ülkenin arka mahallelerinde suça bulaşmaktan futbol sayesinde kurtulduğunu anlatıyor.
Röportaj: Mazlum Uluç /TamSaha
Kayserispor formasıyla Süper Lig'de oynamanın da PTT 1.Lig'de mücadele etmenin de tecrübelerini yaşayan ve Ümit Millî Takımımızın formasını giyen Ömer Bayram'ı daha yakından tanımak istiyoruz. Ne zaman, nerede doğduğundan ve ailenin Hollanda'ya göç hikâyesinden başlayalım istersen.
27 Temmuz 1991'de Hollanda'nın Breda şehrinde doğdum. Annem de babam da aslen Kayserili. Yani memleketimin takımında oynuyorum. Annem Hollanda'da doğup büyümüş, babamsa Kayseri'den Hollanda'ya göçmüş. Orada tanışıp evlenmişler. İki kardeşiz. 16 yaşında bir erkek kardeşim var. O da bir amatör takımda futbol oynuyor. Benden görüp heves ederek futbol oynamayı sürdürüyor ama sadece amatörce… Babamın da hem Kayseri'de hem de Hollanda'da amatör futbol geçmişi var. Dayılarım da Hollanda'da amatör olarak futbol oynamışlardı.
Senin futbol topuyla tanışman nasıl oldu? Küçükken evde cam çerçeve indiren bir çocuk muydun?
Ben hep dışarıda top oynardım. Ama saati unutacak kadar uzun süreler boyunca oynardım. Hollanda'da saat 18.00'de sokak lambaları yanmaya başlar. O saatte evde olmam gerekirdi ama ben topu bırakıp da gidemezdim. Babam beni sokaklarda çok aramıştır. Sonrasında amatör bir kulüpte oynayan dayım beni de o kulübe yazdırmak istedi ama bu iş benim aklıma pek yatmadı. Çünkü dışarıda arkadaşlarımla oynamayı daha çok seviyordum. Ama nihayetinde dayım beni mahallenin amatör takımına kaydettirdi. Zaten dayım olmasaydı ben de futbolcu olamazdım.
O kulübe girdiğinde kaç yaşındaydın?
13 yaşındaydım. Aslında Hollanda gibi bir ülkede futbola başlamak için oldukça geç bir yaştı. Ama dediğim gibi ben daha çok dışarıda yaşamayı, arkadaşlarıyla oynamayı seven bir çocuktum. Sokakta kendi mantalitenizi oluşturuyorsunuz. Kendi ayaklarınızın üzerinde durmayı öğreniyorsunuz. Daha büyük yaşlardakilerle oynayıp onlarla mücadele edebilme tecrübesini yaşıyorsunuz. Ben ufak tefek olsam da - ki hâlâ da öyleyim - hızım sayesinde onlara karşı başarılı olabiliyordum. Bunun faydasını da sonrasında çok gördüm.
Sonuçta 13 yaşına geldiğinde bir amatör takımda futbol eğitimine başladın. O süreçten bahseder misin bize?
Futbola başladığım takım, mahallemizin kulübü PCP Breda'ydı. Bir yıl kadar PCP'de oynadıktan sonra, mahallemizdeki oyuncuları izleyen bir scoutun tavsiyesiyle Baronie kulübüne geçtim. Hatta benim hiçbir şeyden haberim de yoktu. Adam kulüple konuşup her şeyi ayarlamış; beni de kolumdan tutup Baronie'ye götürdü. 13-14 yaş grubu takımına girdim. Ama arkadaşlarımdan ayrıldığım için moralim de biraz bozulmuştu. Baronie'nin 13-14 yaş grubu takımı, profesyonel kulüplerin o yaş grubundaki takımlarıyla aynı ligde mücadele ediyordu. Bu da benim açımdan büyük bir avantaj teşkil etti. Bir sezon içinde kendimi göstermiş olmalıyım ki 1. Lig takımı NAC Breda beni kendi altyapısına aldı. Her şey hızlı trendeymişim gibi gelişti. 2 yıldan kısa bir süre içinde bir kulüpte futbola başlayıp bir 1. Lig takımının altyapısına sıçrama yaptım.
Sokaktan gelip kısa sürede NAC Breda gibi bir profesyonel kulüpte yer almak senin için bazı zorlukları da beraberinde getirmiş olmalı.
Kesinlikle öyle oldu. NAC altyapısında oldukça zorluk çektim. Her gün antrenman vardı ve her şey büyük bir disiplin altında yapılıyordu. Herkese "efendim" demek zorundaydınız ve bunlar benim pek de alışık olduğum şeyler değildi. Hollanda'da futbolcu olacaksanız belli kurallara uymak zorundasınız ve bu da ciddi bir baskıyla mücadele etmenizi gerektiriyor. Oysa o dönemde benim kafamda futbolcu olmak gibi bir düşünce yoktu açıkçası. Ben sadece oyun olsun diye, hoşuma gittiği için futbol oynuyordum.
Amatör takımdaki düzenle NAC'taki düzen arasındaki farkı biraz daha açabilir misin?
Amatör takımda keyfimize göre antrenman yapardık. Canımız isterse istediğimiz mevkide oynar, istersek kaleye bile geçerdik. Maçlarda takım arkadaşlarım topu bana verir, ben de çalımla herkesi geçip ya gol atar ya da attırırdım. NAC Breda'ya geldikten sonra ise bambaşka bir yapıyla karşılaştım. Pas ve pozisyon almalar üzerine o günlerde benim açımdan bıktırıcı denilebilecek çalışmalar yapmaya başladık. NAC'ta bana "sol açıksın" dediler ama ben o güne kadar sol açığın ne olduğunu bilmiyordum. Bir yandan da kulüp sadece sahadaki performansınızla ilgilenmekle yetinmiyor, futbolculuk kalitenizi ölçerken okuldaki başarınızı da aynı oranda önde tutuyordu. Sabahtan saat 16.00'ya kadar okula gidiyor, akşam 18.00'de de idmana çıkıyordum. En büyük zorluğu orada çektim. Her zaman birlikte olduğum arkadaşlarımı bırakıp böyle bir hayatın içine girince bocaladım açıkçası. Çok ceza yedim, hatta neredeyse kulüpten gönderilecektim.
Öyle mi? Gönderilme noktasına gelecek kadar ne yapmıştın?
Antrenmanlara sık sık geç kalıyordum mesela. Ama sağ olsunlar, hocalarım bana tolerans tanıdı ve kulüpte kalmamı sağladı. Sol açık mevkiine alışmam bile dört ay sürdü. Başlangıçta topu alıp kafama göre gidiyordum. Sonra yavaş yavaş bana verilen görevin çizgileri içinde kalmayı öğrendim. Kulüp o dönemde ailemi de işin içine kattı. Beslenmem, dinlenmem ve antrenmanlara zamanında gelmemle ilgili olarak annemle konuştular ve yardımcı olmasını istediler. Altı ayda bir ailemle görüşüp, nasıl daha iyi bir noktaya gelebileceğim konusunda görüş alışverişinde bulunuyorlardı.
Bu sisteme ne zaman alışabildin? Ne zaman "Tamam, artık ben futbolcu olacağım" dedin?
Açıkçası ben günü yaşayan bir oyuncuydum. Sözünü ettiğim dönemde aklımda para kazanmak yoktu. Gülerek idmana gider ve oyun oynardım. A takım maçlarında top toplarken bile "İleride bir gün ben de bu statta top oynayacağım" gibi bir düşünce geçmiyordu kafamdan.
Van Hooijdonk'u da izlemişsindir o zaman maçlarda…
Evet, zaten hemen yanımızda antrenman yapıyorlardı. A takımda ayrıca Aykut Demir de vardı. O dönemde Hollanda'daki Türk oyuncular için bir idoldü Aykut Demir, herkes onun gibi olmak istiyordu. Ben de 16 yaşına geldiğimde A takımla idmanlara çıkmaya başladım. İşte o dönemde yavaş yavaş "Nerelere geldim. Galiba bir şeyler olacak" demeye başlamıştım. Çünkü göçmenlerin yoğun olduğu bir mahallede yaşıyordum ve iyi bir hayata kavuşmanın yolu o mahallenin dışından geçiyordu. NAC Breda'da A takımla idmanlara başladığımda mahalledeki konumumda bir değişiklik olmuştu. Artık isim yapmıştım. Devre arasında İspanya'da yapılan kampa da götürüldüm. Ama ilk kahvaltıya geç kaldım (gülüyor). Bunun üzerine çok ağır bir idman cezası aldım ve Hollanda'ya geri gönderildim. Belki kahvaltıya zamanında inseydim çok daha erken bir yaşta A takımda şans bulabilecektim.
Peki, aldığın o ağır idman cezası ve kamptan geri gönderilmek bazı şeylerin kafana denk etmesini sağladı mı?
Ben biraz kafasına göre takılan ve olayları fazla dert etmeyen bir tip olduğum için olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkilenmedim. Bir de güler yüzlü bir insan oluşum, hocalarımın beni çabuk affetmesini sağlıyor. O zaman da öyle oldu. Hocam beni sevdiği için İspanya'da yaşananları çabuk unuttu ve 17 yaşına geldiğimde A takıma yükseldim. O zaman bana bir sözleşme teklif ettiler. Sözleşme demek, gelir demek. O dönemde maddi durumumuz pek iyi değildi. Sözleşme imzalamaya ailemle birlikte gittim. Hayatımın en özel günlerinden biriydi. İmzayı attıktan sonra bir miktar para aldım ve o gün artık futbolcu olduğumu anladım.
Kazandığın ilk parayla ne yaptın?
Paranın hepsini anneme verdim. Zaten parasız gezmeye alışıktım. Halen de kazancımı ailemle paylaşıyorum. Çünkü nereden geldiğimi asla unutmuyorum.
Çok genç bir oyuncu olarak yükseldiğin A takımda neler yaşadın?
Hollanda'da genç bir oyuncu için A takımda olmak kolay değildir. Topları siz taşırsınız, suları siz doldurursunuz. Kısacası sinek gibi dolaşırsınız arada. Takımın tecrübeli oyuncuları sizi sık sık azarlar. Kolay bir durum değildir kısacası. Ama bu süreçte dayanıklı olur, mücadele etmeye devam ederseniz kazanırsınız. Ben de öyle yaptım ve bir süre sonra kendimi kanıtlayınca saygı görmeye başladım. Ama dediğim gibi başlangıçta nereden geldiğinizi size bir güzel hatırlatıyorlar. Hiç unutmam, bir keresinde antrenmanda kaleciyi de çalımladım ama gol atmadım; topla kaleye yürümeye devam ettim. O da arkadan gelip üzerime atladı. Futbolda rakiple dalga geçilmeyeceğini o gün öğrendim. Yaşadıklarımın hepsi benim için birer ders oldu. İyi ki bunları yaşamışım diye düşünüyorum.
Kayserispor'a transferin nasıl gerçekleşti? Neden Avrupa'da kalmayı düşünmedin?
2009 yılından beri Genç Millî Takımlarda oynayan bir oyuncuydum. O dönemde de A2 Millî Takımı'na çağırılıyordum. Kayserispor'un Genel Menajeri Süleyman Hurma ağabey beni izlemiş, beğenmiş ve transferime karar vermiş. Hollanda ve Almanya'dan da transfer teklifleri almıştım ama ben şansımı Türkiye'de denemek istedim. A Millî Takım için daha fazla göz önünde bulunmam gerektiğini düşünüyordum. Kayserispor o zaman üst sıraları zorlayan bir takımdı, üstelik memleketimin takımıydı ve Süleyman Hurma ağabey de beni ne kadar çok istediklerini net biçimde ortaya koymuştu. Tüm bu değerlendirmelerle birlikte Kayserispor'u tercih ettim. Teknik Direktör Şota Arveladze'nin beni Hollanda'dan tanıyor olması ve transferim konusundaki isteği de kararımı etkileyen önemli faktörlerden birisiydi.
Sol açık olarak başladın ama artık sol bek oynuyorsun…
Kayserispor'da sol açık olarak başladım ama Şota'nın ayrılıp Prosinecki'nin gelmesinin ardından yedek kaldım. Orta saha oyuncumuz Abdullah Durak sol bek oynuyordu. Kardemir Karabükspor maçında Abdullah sakatlanınca hoca "Sol bek oynar mısın?" diye sordu, "Elimden geleni yaparım" karşılığını verdim. Oyuna girince de adeta uçtum. O maçın ardından da sol bek olarak kaldım. Süratim zaten önemli bir avantaj. Fizik gücüm iyi olduğu için de ileri geri gidip gelebiliyorum. Bu sayede sol bek mevkiini doldurduğumu düşünüyorum.
Sence sol bekte mi sol açıkta mı oynamak daha keyifli?
Hollanda'da beni takip eden arkadaşlarım var. Ben onlar için, ailem için futbol oynuyorum.
Başlangıçta sol bek oynamak zoruma gitmişti. Çünkü önde oynarken attığım güzel bir çalımın veya golün ardından arkadaşlarımdan büyük övgüler alıyordum ve bu da çok hoşuma gidiyordu. Sol bek oynamaya başlayınca "Ömer sana yakıştıramıyoruz" demeye başladılar.
Aslında çok da doğru bir düşünce değil bu… Bir Roberto Carlos'u, bir Maldini'yi hatırlayınca sol bekin de oyuna ne kadar katkı yapacağını anlayabilir insan.
Zaten ben de oynadıkça sol bekte görev yaparken takıma eskisi gibi katkı sağlayabileceğimi anladım. Özelliklerim, modern futbolun aradığı sol bek tipini yansıtıyor. Elbette oyunun savunma yönünde eksiklerim vardı. Taktik açıdan öğrenmem gereken çok şey vardı. 7 hafta sol açık, 2.5 sene sol bek oynadım ve bu durum benim oyun tarzımı değiştirdi. İlk defa oynamanın etkisiyle çok fazla konsantre oldum ve elimden gelenin de fazlasını yapmaya çalıştım. Bu sayede verimli bir sol beke dönüştüğümü ve yerimi doldurduğumu düşünüyorum.
Millî Takımımızın iki beki Gökhan Gönül ve Caner Erkin de klasik bek değil. Gökhan Gönül, Gençlerbirliği Oftaş'taki döneminde daha çok Orhan Şam'ın önünde sağ açık oynuyordu. Caner de yakın zamana kadar sol önde görev yapıyordu. Demek ki daha önce önde oynayan oyuncular savunma özelliklerini de kazandıklarında modern futbolun aradığı beklere dönüşüp mevkilerinin 1 numarası olabiliyor.
Kendi açımdan baktığımda ofans zaten benim kanımda var. Mahallede büyüklere karşı oynadığım zamanlardan itibaren mücadele etmeyi sevdiğim ve hırslı bir oyuncu olduğum için de defansif yönden kendimi geliştirebildiğimi düşünüyorum. Kolay kolay kendimi ezdirmem. Önceleri hızlı olduğum için savunmada kendimi kurtarabiliyordum. Oynadıkça pozisyon bilgimi de geliştirdim ve artık mevkiimi aksatmadan doldurabiliyorum.
İki ayağını da kullanabiliyor musun?
Sağ ayağımın üzerinde durabiliyorum (gülüyor). Şaka bir yana sol ayağımı iyi kullanıyorum, sağ ayağımı geliştirmek için de çok çalıştım. Hollanda'da zaten altyapıda iki ayağınızı da kullanacak biçimde yetiştiriliyorsunuz. Orada genç oyuncuyu yetiştirmek, yeteneklerini daha iyi kullanabilecek hâle getirmek çok önem verilen bir şey. Altyapıda konunun uzmanı hâline gelmiş eski oyuncular vardı. Onlara saygı gösteriyorsunuz ve onlar da size yeni şeyler öğretmek için büyük bir gayret gösteriyor. En önemli ayrıntılardan birisi, her oyuncunun mevkiine göre eğitilmesi ve özel olarak çalıştırılması. Mesela beni sol açık olarak kullanmaya karar verdiler ve o yönde yetiştirdiler. Abartmıyorum, bir idmanda 100'e yakın orta kesiyordum. Her antrenmandan sonra da yanlarına çağırıp "Şunu eksik yaptın, şunu şöyle yapmalısın" diyorlardı. Şimdi 23 yaşındayım ve böyle bir altyapı eğitimi aldığım için çok memnunum. "Eğer böyle bir eğitim almasaydım ne olurdum?" diye düşünüyorum ve ortaya hiç de iyi bir tablonun çıkmayacağını biliyorum. Evet, zor günler geçirdim. Mesela pas çalışmalarında bazen nereye koşacağımı şaşırırdım ve arkadaşlarım benimle dalga geçerdi. Ama çalışa çalışa ben de nasıl pas kullanacağımı, nereye koşacağımı öğrendim. Hollanda'da altyapıdaki oyunculara bakıyorum, kullandıkları malzemeler, eşofmanlar, toplar, ayakkabılar, formalar, otobüsler, antrenman yaptıkları sahalar hepsi birinci sınıf.
Türkiye'dekilerle kıyaslandığında küçük bir kulüp olan NAC Breda altyapısına bu kadar yatırım yapmayı nasıl beceriyor peki?
Her sene bir oyuncu yetiştirdiğinizde altyapı için harcadığınız parayı çıkartıyorsunuz aslında. O kadar da büyütülecek bir şey değil. Ben 16 yaşında A takım idmanına çıktım ama kulübün benimle ilgili bir gelecek planı vardı. Hiçbir oyuncularını rastgele seçmiyorlar. Gelecek gördükleri oyuncuların üzerinde duruyor, onları eğitiyor ve futbola kazandırıyor, sonra da o oyuncudan para kazanıyorlar. O yaştaki oyunculara özel antrenman programları hazırlıyor, fitness yaptırıyorlar. Van Hooijdonk A takımda oynarken gelip altyapıdaki forvetlere eğitim veriyordu mesela. Çok büyük bir organizasyondan söz ediyorum yani. Bunları yapmak için çok büyük bir kulüp olmanız da gerekmiyor. Dikkat çekici bir başka nokta da büyük bir kulüp olmasanız bile kentin verdiği destek. Biz büyük hedefleri olmayan bir takımdık ama her hafta maçlarımızı 16-17 bin seyirci izliyordu. Hollanda'da taraftarın takımına desteği, takımın sahada aldığı sonuçlarla direkt bağlantılı değil. İnsanlar kendi şehrinin takımını destekliyor ve hafta sonu maçına gidip izlemekten keyif alıyor. Bu keyif, kazanmaktan bağımsız bir duygu.
"Keşke Kayseri'de de aynı anlayış hâkim olsa" diye düşünüyor musun?
Düşünüyorum elbette. Maçlarımıza yeterince seyircinin gelmemesi zoruma gidiyor. 1.5 milyon nüfusu olan bir şehrin takımının maçlarında hiç değilse 10-15 bin seyirci olmalı. O zaman futbolcunun da mücadele gücü artacaktır. Bunu tek başına takımın ligdeki sıralamasıyla da açıklayamazsınız. Futbolu seven insan, maç izlemeye gelir ama ne yazık ki Türkiye'de bu anlayış pek gelişmemiş.
Kayserispor'da çalıştığın teknik adamların senin üzerindeki etkilerinden söz eder misin?
Şota'yla çalışırken, kendimi hâlâ Hollanda'daymış gibi hissettim. Çünkü onun yaptırdığı pas çalışmalarını, pozisyon oyunlarını zaten biliyordum ve benim için her şey çok rahattı. Bu nedenle bir adaptasyon problemi yaşamadım. Zaten biraz önce de söylediğim gibi Kayserispor'a gelişimin sebeplerinden birisi de Şota'nın takımın başında olmasıydı. Prosenicki'nin ise ismi bile yetiyordu. Futbolculuğu döneminde müthiş kariyere sahip bir teknik adamla çalışıyor olmak oyuncuyu da etkiliyor hâliyle. Zaten ilk sezonunda takıma inanılmaz bir sıçratma yaşattı. Ama ikinci sezonunda çok sayıda sakatlığa eklenen şanssızlıklar nedeniyle küme düştük. Aslında bizim için önemli bir dersti bu. Bir sezon müthiş bir çıkış yapan takımın, aynı kadroyla, aynı teknik adam yönetiminde küme düşmesi, bize futbolun her türlü sonuca açık bir oyun olduğunu yaşayarak öğretti. Takımın en önemli oyuncularının aynı anda sakatlanabileceğini gördük mesela.
Küme düşmek ne hissettirdi sana?
Son haftaya kadar küme düşeceğimize inanmamıştık. İçimde hep "Biz mutlaka kurtarırız" düşüncesi vardı. Belki de bu rahatlık küme düşmemize yol açtı. Düşünebiliyor musunuz, bir sezon önce neredeyse Avrupa kupalarına katılacaktık, ertesi sezon küme düştük. Ama dediğim gibi bizim için önemli bir ders oldu bu durum. Küme düştükten sonra takımı yeniden geri döndürmek için hemen hemen hiçbir oyuncumuz ayrılmadı.
Kulüp yönetimi, kadronun bozulmamasını nasıl sağladı?
Süleyman Hurma ağabey bütün oyuncularla birebir konuştu, bazı sözler verdi, takım ruhunun bozulmaması gerektiğini, küme düşmüş olsak da hepimizin çok değerli oyuncular olduğunu söyledi ve bizleri takımda kalmaya ikna etti. Biz de "Madem ki bu takımı küme düşürdük, geri döndürmek de bizim görevimiz" diye düşündük. Kayserispor yakın geçmişte Türkiye Kupası'nı kazanmış, ülkemizi Avrupa kupalarında temsil etmiş bir kulüp. Bu büyük kulübe karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerektiğine inanmıştık ve bu sezon da bu inançla mücadele ediyoruz.
Süper Lig'e dönüş hedefinize oldukça yaklaştınız. Kadro bozulmayınca sanırım PTT 1. Lig size biraz hafif geldi.
Aslında sezona iyi başlayamadık. Üzerimizdeki "mutlaka şampiyon olmamız gerekiyor" baskısı bizi olumsuz etkiledi. Takımda Bobo ve Nobre dışında şampiyonluğa oynamış oyuncu yoktu. Biz genç oyuncular bu baskıyı başlangıçta kaldıramadık. Mesela stratejik oynamayı beceremedik. 1-0 öne geçip 2-0'ı ararken kontradan gol yedik. Ama zamanla nasıl oynamamız gerektiğini öğrendik. Süper Lig'de orta sıralar için mücadele eden bir takım olduğumuzdan karşımızdaki takımların bize karşı kapanarak oynaması söz konusu değildi. Ama PTT 1. Lig'de durum değişti. Biz o ligin en güçlü takımı olarak görünüyoruz ve rakiplerimiz kapanarak oynuyor, daha ilk dakikadan vakit geçirmeye çalışıyor. Bu düşünceye saygı göstermeniz ama bu yeni duruma göre bir taktik geliştirmeniz gerekiyor. İşte zamanla bunu öğrendik ve farkımızı ortaya koymasını bildik.
Futbola başladığında idollerin var mıydı?
Bu anlamda izlediğim tek oyuncu Ronaldinho'ydu. Onu izlerken sadece futbol izlediğimi düşünmezdim. Çok güzel bir filmi izler gibi müthiş bir keyif duyardım. Ama sol açık oynarken ve özellikle de sol bek olduktan sonra kendi mevkiimin iyi oyuncularını izleyerek onların neler yaptığını gözlemliyorum. Caner Erkin'in, Motta'nın nasıl oynadığını gözlemlerken, o pozisyonlarda nasıl davranmam gerektiği konusunda dersler çıkartmaya çalışıyorum. Avrupa'daki sol bekleri daha da fazla izliyorum. En çok da Barcelonalı Jordi Alba'yı takip ediyorum. Çünkü benim sol bek tarzım ona daha yakın. Klasik bir sol bek gibi oynamıyor. Kanattan gelişen bütün atak organizasyonlarının içinde yer alıyor. Ben de o tipte bir oyuncuyum ve öğrenmeye çok açık biriyim. Kayserispor'da kısa süre çalışsa da bana büyük katkı sağlayan hocalardan biri de Mutlu Topçu'dur. Eski bir sol bek olarak benim üzerimde çok durmuş ve tecrübelerini aktarmıştı. Antrenmanlardan sonra 20 dakika kadar konuşurduk. Bana hatalarımı anlatır, pozisyonlarla ilgili bilgiler verirdi. Onunla çalışmanın da bana büyük katkısı olduğunu düşünüyorum.
Millî Takımlara ilk davet edildiğin zamanı hatırlıyor musun?
2009 yılında U17 Millî Takımı'na gelmiştim. O dönemde Hollanda da istemişti ama ben Türkiye'yi seçme konusunda çok kararlıydım. Hollanda'da doğmuş, büyümüş olsam da aklıma Türkiye'yi tercih etmekten başka bir düşünce hiç gelmedi. Dolayısıyla onlara hemen "hayır" dedim. Zaten ilk millî maçımı da Hollanda'ya karşı oynadım.
Millî Takım oyuncusu olmanın ne gibi avantajları var?
Belki de Hollanda'da doğup büyüdüğüm için, benim açımdan Türk bayrağının anlamı çok değerli. Gurbette olmanın etkisiyle vatan hasreti çekiyorsunuz ve ay-yıldızlı formayı giydiğinizde çok farklı duygular yaşıyorsunuz. Millî formayı giyince büyük bir gurur duyuyordum. O dönemde Hollanda'dan Genç Millî Takım kampına gelirken, bütün mahalle ayağa kalkıyordu. Sanki A Millî Takım'a geliyormuşum gibi bir hava oluşuyordu. Türkiye'nin en iyi oyuncularından biri olduğunuzu düşünmek özgüveninize büyük bir katkı sağlıyor. A2 Millî Takımı'na gelmek ise bana A Millî Takım'a iyice yaklaştığımı düşündürtüyor. Aslına bakarsanız takımın kategorisinin ne olduğu da önemli değil benim açımdan. A5 Millî Takımı da olsa sonuçta göğsünde ay-yıldız olan bir Millî Takım'dan söz ediyoruz ve benim için de önemli olan bu. Oraya çağrılmak dünyanın en güzel duygusu. Çağrıldığınız anda olumsuz hiçbir şey düşünemezsiniz. Sizi oraya Türkiye'yi temsil etmeniz için davet ediyorlar. Bundan büyük mutluluk olur mu?
Unutamadığın bir maç var mı?
Geçtiğimiz sezon Kayseri'de oynadığımız ve 4-2 yenildiğimiz Galatasaray maçını unutamam. Kaybetsek bile o kadar iyi oynamıştım ki medyada herkes benden bahsetmişti. Bir asist yapmış, bir de penaltı kazandırmıştım. Zaten ilk defa o maçla Türkiye'nin futbol gündeminde yer bulmuştum. O sezon ayrıca Galatasaray'ı deplasmanda 1-0 yenmiştik. O maç da benim için unutulmaz.
Attığın goller arasında bir sıralama yaparsan 1 numaraya hangisini koyarsın?
Hollanda'da çok güzel goller atmıştım. Türkiye'de başlangıçta sol açık oynasam da sonra uzun süredir sol bek olarak görev yapıyorum. 2 sezon gole hasret kaldıktan sonra son zamanlarda gol atmaya başladım. Ama güzel gollerim Hollanda'da kaldı, burada basit goller atıyorum. İnşallah önümüzdeki dönemde Türkiye'de de güzel goller atarım.
Gelecekle ilgili nasıl planlar kuruyorsun?
Kayserispor beni bir noktaya getirdi. Kulübüm bana inandı, güvendi, forma verdi. Kayserispor'da üç sezondur istikrarlı bir biçimde oynuyorum ve takımın önemli oyuncularından biri olduğumu düşünüyorum. İlk hedefim Kayserispor'un Süper Lig'e çıkmasına katkı sağlamak ve sonrasında Süper Lig'de hak ettiğimiz yere ulaşmak. Eğer ayrılırsam da çok güzel bir biçimde ayrılmak isterim. Hedeflerim arasında büyük bir takımda oynamak var. Bu Türkiye'de mi olur Avrupa'da mı olur bilmiyorum ama Avrupa'da yetişmiş bir oyuncu olarak oradaki bir büyük ligde oynamayı çok isterim. İngiltere Ligi atmosferi ve futbol kalitesiyle bana çok cazip görünüyor. En büyük idealim Premier Lig'de forma giymek.
İngilizcen ne durumda?
Hollanda dilini ana dilim gibi konuşuyorum doğal olarak. İngilizcem de iyi derecede. Zaten Hollanda'daki eğitimin içinde İngilizce öğrenmek de var.
Kitaplarla aran nasıl?
Daha çok futbolcu biyografilerini okuyorum. Zlatan İbrahimovic'in biyografisi okuyunca kendi hayatımla da benzerlikler buldum mesela.
İbrahimoviç çocukken bisiklet çaldığını anlatıyor biyografisinde…
Bizim de öyle yaramazlıklarımız olurdu açıkçası.
Futbolcu olmasaydın ne olurdun acaba?
Anne babamla ara sıra bu konuyu konuşuyoruz. Babam "Sen bir şekilde yolunu bulurdun" diyor bana. Ama maalesef bazı arkadaşlarım yanlış yollara saptı. Hollanda'da ne yazık ki böyle şeyler oluyor. Beni futbol kurtardı.
Bu konuyu biraz açalım istersen. Arkadaşların nasıl yanlış yollara girdi, futbol seni nasıl kurtardı?
Biliyorsunuz, Hollanda'da uyuşturucu serbest. Genç yaştaki çocuklar para kazanmak için uyuşturucu satıyor. Birkaç arkadaşım cezaevine girdi. Siz de arkadaşlarınız ne yapıyorsa ister istemez onu yapabilirsiniz. Şu anda futbolcuyum ama ortamım aynı. Eski arkadaşlarımla ilişkimi koparmadım. İzin günlerimde ben onların yanına giderim, bazen onlar Kayseri'ye gelir, beni hiç yalnız bırakmazlar. Açıkçası onlar olmasaydı belki bugünlere gelemezdim. Bazen maçımın olduğu gün arkadaş grubumuz gezmeye giderdi, benim de içim cız ederdi. Onlarla gitmek isterdim ama şimdi hâlâ görüşmeyi sürdürdüğüm arkadaşlarım, "Ömer yapma, sen maçına git" diyerek beni uyarırlar, her zaman göz kulak olurlardı. Mahallede bir çatışma olduğunda beni korur, kollar uzak tutarlardı. Dışarıda top oynarken mahalleye Ferrari'yle biri gelir, çocuklara dondurma verirdi. Futbolcuyum diye bana iki-üç tane verirdi. Herkes onun ne iş yaptığını bilirdi. Gençsiniz ve siz de "Acaba futbolu bırakıp da bu adamın yaptığı işi mi yapsam?" diye aklınızdan geçiriyorsunuz. Altyapılarda futbol oynayan pek çok arkadaşım bu yolu seçti ama ben futbola sıkı sıkıya sarıldım. Onlar büyük paraların peşinde koşmayı tercih etti, ben ilk sözleşmemdeki aylık 1000 euroya razı oldum. İyi ki futbola sarılmışım. Sonuçta gerçek arkadaşlarımın kim olduğunu da anladım.
Kayseri'deki hayatın nasıl geçiyor?
Kayseri'de gerçekten olgunlaştığımı düşünüyorum. Hollanda'dan gelmeden önce başka takımlardan da teklifler almıştım. Daha büyük ve sosyal imkânları daha fazla olan şehirlerin takımlarını da seçebilirdim ama Kayseri'yi tercih ettim. Yatırımı kendime yapmak, futbola daha fazla yoğunlaşmak istedim. Burada yüzde 100 futbolla yaşıyorum. İdmanlardan sonra en fazla sahada kalan oyuncu benim. Zaman içinde çalışmanın ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Ama eğer Hollanda'daki hocalar başlangıçta benim dik başlı davranışlarıma tolerans göstermeseydi ben şimdi burada olmayabilirdim. Mesela koşu yapılacağı zaman "Hocam niye koşuyoruz, ver topu oynayalım" diye itiraz ederdim. Hocalar orada bana kızmak yerine önce koşuyu yaptırır, sonra da benim istediğim gibi topla oynatırlardı. Bence Hollandalılar her genç oyuncuya karşı özel bir davranış geliştirerek onları kazanmasını biliyor. Hiçbir insan bir başkasına benzemez. Önemli olan o insanın hangi dilden anladığını keşfetmek ve o dille hitap etmektir. Mesela ben azarlanıp bağırılarak hatta bazen kulağı çekilerek yola getirilen bir çocuktum. Hoca bunu da yapardı, ama bazen de takıma kaptan yapardı. Halbuki benim kaptanlıkla hiç alâkam yoktu. Hoca sorumluluk almanın ve takım için oynamanın ne demek olduğunu göstermek için beni kaptan yapardı ve ben de içimde olmayan bir şeyi bu yolla öğrenmiş olurdum. Aynı zamanda özgüvenim de yükselirdi.