Futbol takım oyunudur, kabul. On bir kişiyle oynanır ve bu on bir kişinin kalitesinin yanında aralarındaki ilişkinin sıkılığı, iş bölümünün doğruluğu başarının temel faktörleridir; buna da kabul. Lâkin bir de takım içinde takımlar çıkar bazen ortaya. İşte "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" şiarını futbola uyarlayan yeşil sahaların unutulmaz üç silahşorları, 1930'dan 1960'a kadar olan en meşhur örnekleriyle karşınızda…
Yazan: Onur Erdem /TamSaha
1. Bölüm
Gren-Nordahl-Liedholm
1948 Londra Olimpiyatları'nda İsveç'in altın madalyaya ulaşmasının, aynı zamanda Milan kulübünün tarihinde de bir dönüm noktası olacağının herhalde o an hiçbir futbolsever farkına varmamıştır. Futbolun amatör olarak oynandığı İsveç'in, Bobek, Stankovic ve Caykovski kardeşler gibi yıldızlardan oluşan Yugoslavya'yı yenerek altın madalyaya ulaşması, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası futbola ciddi paralar yatırmaya başlayan güney Avrupa kulüplerinin dikkatlerinin İskandinav takımının üzerinde yoğunlaşmasına yol açmıştı. Turnuvada dört maçta 12 gol atan Gunnar Nordahl, Gunnar Gren ve Nils Liedholm üçlüsü de dikkatlerin odak noktasındaydı.
Santrfor Nordahl ile sol içte oynayıp Nordahl'ın gollerinin çoğunun hazırlayıcısı olan Liedholm hâlihazırda Norrköping'de forma giymekte ve takımlarını dört sezondur İsveç Ligi'nde şampiyonluğa taşımaktaydı. Gren ise Göteborg'da ofansif bir orta saha oyuncusunun nasıl olacağına dair dersler vermekteydi.
Üçlüden ilk olarak Nordahl 1949 yılının Ocak ayında Milan'ın yolunu tuttu. Onun ardından, kendisinin ısrarlı tavsiyelerinin de etkisiyle, sonbahara gelindiğinde Liedholm ve Gren de kırmızı-siyahlı formayı sırtlarına geçirmişti. İskandinav troykasının işi hiç de kolay değildi. Zira Milan 1907'den beri İtalya şampiyonluğu görmemişti. 1929'da kurulan Serie A'da da haliyle henüz siftahı yoktu Rossoneri'nin.
1949-50 sezonunda Milan, İsveçlilerin önderliğinde hasretine son vermeye çok yaklaşmıştı. Ancak Juventus'un beş puan gerisinde kalıp ikincilikle yetinmek zorunda kaldılar. Öte yandan takım 38 maçta rakip filelere tam 118 gol göndererek kulüp tarihinin rekorunu kırmış, Serie A tarihinde de Torino'nun 1948'deki 125 golünden sonraki en yüksek sayıya ulaşmıştı. 118 golün 35'inde Nordahl'ın, 18'er tanesinde de Liedholm ve Gren'in imzaları vardı. Toplam 71 gol atan üçlüden taraftarlar artık "GreNoLi Trio" diye bahsetmekteydi.
Süper üçlü bir sonraki sezon Milan'ı neredeyse yarım asırdır hayali kurulan şampiyonluğa taşırken daha sonra da bir ikincilik ve üçüncülük elde ettiler. Gren'in 1953'te Fiorentina'ya transfer olmasıysa üçlüyü bozdu. Geriye kalanlardan Nordahl 1956, Liedholm ise 1961 yılına kadar kırmızı-siyahlı formaya hizmet etti. Bu süre içinde Nordahl takımı adına 200'ün üzerinde gol atıp beş kez gol kralı olurken, Liedholm da dört şampiyonluk yaşayıp sayısız asist yaptı. Liedholm'un Milan'a ayrılırken bırakacağı en büyük mirassa, kramponlarını teslim ettiği genç yetenek Gianni Rivera olacaktı.
Boniperti-Sivori-Charles
1940'lı yılların yenilmez armadası ve birçoklarına göre İtalyan futbolunun gelmiş geçmiş en görkemli takımı olan Il Grande Torino'nun 4 Mayıs 1949'da bir uçak kazasında tamamen yok olması, İtalyan futbol tarihinin de yeniden yazılmaya başlayacağı anlamına geliyordu. Dağılan koca imparatorluğun ardından yeni birçok krallığın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu krallıkların başınıysa, Torino şehrinin diğer takımı Juventus çekecekti.
Juventus, Torino'yu yok eden Superga faciası sonrasında oynanan ilk sezon olan 1949-50 sezonunu zirvede tamamlarken, iki sene sonra bu başarısını yineleyecekti. Bu sezonlarda takımın parlayan yıldızıysa altyapıdan yetişen genç forvet Giampiero Boniperti'ydi.
Ancak 1950'lerin ortasına doğru İtalya'da futbolun başarı merkezi Torino'dan Milano'ya doğru kaymıştı. Juventus beş sezon şampiyonluklara ara verirken, Milano'nun iki temsilcisi Inter ve Milan ikişer kez mutlu sona ulaşıyordu.
Juventuslu yöneticiler, İtalyan futbolunda zirveyi yeniden ele geçirmenin yolunun güçlü bir hücum hattı olduğunun bilincindeydi ve 1957 yazında takımın bu noktasını güçlendirmek için kollarını sıvamışlardı. Santrfor örneğinin ta 1950'lerdeki temsilcisi olan Galli John Charles o dönem için rekor bir ücret olan 65 bin sterlin karşılığında Leeds United'dan transfer ediliyor, yanına bir de River Plate'in ele avuca sığmaz forveti Omar Sivori ekleniyordu. 1.90'lık Charles, 1.75'lik Boniperti ve 1.60'lık Sivori, ünlü çizer Morris'e Daltonları yaratırken fikir vermiş midir bilinmez ama ortaya eşine az rastlanır bir çete çıktığı aşikârdı.
Üçlünün bir arada oynadığı dört sezon hiç şüphesiz Juventus tarihinin de en parlak sayfalarından birkaçını teşkil ediyordu. Bu dönemde siyah-beyazlılar üç kez şampiyonluk yaşarken iki kez de İtalya Kupası'nı müzelerine götürüyordu. Dört sezonda müthiş üçlünün ligde attıkları toplam gol sayısıysa 203'tü. Mevzubahis süre zarfında Charles ve Sivori birer kez gol kralı da olmuştu.
Puşkaş-Kocsis-Hidegkuti
Tüm zamanların en efsanevi millî takımlardan biri, 1950'li yılların Macaristan'ıydı. Oynadıkları devrin üzerinden yarım asırdan fazla bir süre geçmesine rağmen hakkında hâlâ en çok destansı hikâyeler anlatılan takımlardan biri olması ve takımın yakalamış olduğu akıl almaz gol istatistikleri de bu durumu destekleyen niteliktedir. Tepeden tırnağa dönemin yıldız oyuncularından oluşan takımın en çok parlayan isimleriyse gol yollarındaki ayakları Puşkaş, Kocsis ve Hidegkuti olmuştur.
Macarlar, 1952 Helsinki Olimpiyatları'nda altın madalyaya ulaşırken, 1953 yılında dönemin Avrupa Şampiyonası niteliğindeki Mitropa (Orta Avrupa) Kupası'nı, İtalya'yı devirerek kazanmışlardı. 25 Kasım 1953'te Wembley'de İngiltere ile yaptıkları maçsa İngilizler tarafından "asrın maçı" olarak addedilecekti. Zira karşılaşma futbol tarihi açısından hayli önemli dönüm noktaları içeriyordu. Öncelikle İngilizler kendi sahalarında ilk kez Kıta Avrupasından bir takıma yenilmişlerdi. Dahası 6-3 gibi dehşet verici bir skorla! Ama futbol açısından bu maçın en önemli noktası, Macar teknik adam Gusztav Sebes'in o dönemde futbol dünyasında genel kabul gören 3-2-2-3 biçimindeki WM sistemini, santrforu Hidegkuti'yi sol ve sağ açıklar Puşkaş ile Kocsis'in gerisine çekerek 3-2-3-2 biçimine çevirmesiydi. Ortaya yeni bir taktik anlayış çıkmakla kalmamış, boynuz kulağı geçmişti. Maçta Hidegkuti hat-trick yaparken, Puşkaş da ona iki golle eşlik etmişti.
Altın takım, 4 Haziran 1950'de Polonya'yı 5-2 yendiği maçtan, 4 Temmuz 1954'te Batı Almanya ile karşılaşacakları maça kadar yenilgi yüzü görmemişti (49 ay ile halen bir millî takımın yaşadığı en uzun yenilmezlik dönemidir). Oynadıkları 31 maçın 27'sini kazanmış, sadece dört kez berabere kalmışlar ve bu 31 maçta rakip fileleri tam 144 kez havalandırmışlardı. 144 golden 35'inde Puşkaş, 38'inde Kocsis, 23'ünde de Hidegkuti imzası vardı. Yani bu üçlü 31 maçta toplam 96 gol kaydederek maç başına üçten fazla gol üretmişlerdi. Mevzubahis yenilmezlik dönemi haricinde genele bakıldığında da Puşkaş'ın millî forma altında 85 maçta 84, Kocsis'in 68 maçta 75, Hidegkuti'nin de 69 karşılaşmada 39 golü olduğu göze çarpıyor. Futbol dünyasını bu istatistiklerden daha çok hayrete düşüren tek bir nokta varsa o da bu Macaristan'ın 1954 Dünya Kupası finalinde Batı Almanya'ya nasıl 3-2 yenildiği olsa gerek!
Sindelar-Schall-Horvath
Macarlardan söz açılmışken onların 1930'lardaki muadilleri sayılabilecek Avusturyalıları da es geçmemek gerekir. Günümüzde dillere fazlasıyla pelesenk olan "Total Futbol"un adını resmen Avusturyalılar koymamıştı belki ama muhtemelen bu alanda fiilen ilk uygulayıcı onlardı. Ayağa kısa paslarla oynamanın ve toplu halde hücuma kalkmanın ilk örneklerini veren Hugo Meisl'ın öğrencileri, 1930 yılındaki Mitropa Kupası'nda ikinci olduktan sonra 1932'de kupayı kazanmış ve o dönemde Avrupa'nın en formda takımı haline gelmişlerdi.
Wunderteam, 12 Nisan 1931'de Çekoslovakya'yı 2-1 yendikten sonra bu maç dâhil oynadığı 29 karşılaşmada yalnızca iki kez yenildi ve yedi defa berabere kaldı, 20 galibiyet elde etti ve rakiplerinin kalelerine 101 gol gönderdi. Bu başarıda tabii ki takımın gol silahları Matthias Sindelar, Anton Schall ve Johann Horvath'ın kurmuş oldukları ortaklığın payı çok büyüktü. Sindelar ülkesi adına çıktığı 43 maçta 27 gol atarken, Schall aynı gol sayısına 28 maçta ulaşmış, Horvath ise 46 karşılaşmada 29 gol kaydetmişti.
Avusturya'nın o dönemdeki en büyük şanssızlığıysa, Avrupa'nın da başına bela olacak olan diktatörler Mussolini ve Hitler'di. Avusturya 1934 Dünya Kupası'na favori olarak gitmişti ancak kupaya ev sahipliği yapan İtalya'da Mussolini yönetiminden kaynaklanan bir olağanüstü hal vaziyeti söz konusuydu. Avusturya'nın İtalya ile yaptığı yarı final maçında İtalya'nın golcüsü Guaita'nın Avusturya kalecisi Platzer'e faul yaptığı tartışılan bir pozisyonda topu ağlara göndermesi, İtalya'nın bu golle finale çıkması ve golü veren hakemin final maçına da atanması olağanüstü halden kastın ne olduğunu belki biraz açıklayabilir (Daha açıklayıcı olmak içinse finalin bizzat "Ulusal Faşist Parti" adını taşıyan bir statta oynandığı söylenebilir). Horvath'ın sakatlığı nedeniyle bu maçta oynayamamış olması da Avusturya için ayrı bir handikap olmuştur.
1934'teki bu talihsizliğin ardından 1938'e gelindiğindeyse Avusturya Dünya Kupası'na katılma hakkını elde etmiştir ama Nazilerin ülkeyi işgali ve Almanya ile birleşme neticesinde ortada Avusturya adında bir ülke kalmayınca Dünya Kupası'nda da bu olmayan ülke temsil edilememiştir. 3 Nisan 1938'de bir gösteri maçında Almanya ile Avusturya o zamanki planlara göre son kez karşı karşıya getirildiğindeyse Avusturyalılara yenilmeleri telkininde bulunulmuş, buna kulak asmayan takımın beyni Sindelar ise bir de gol attığı maçta takımını 2-0'lık galibiyete taşıyınca olanlar olmuştur. Zira Sindelar'ın bu maçtan yaklaşık 9 ay sonra sevgilisiyle birlikte intihar ettiği söylenmiştir. Daha doğrusu işin resmi kayıtlara geçen kısmı budur ama gerisi tahmin edilebileceği gibi futbol tarihinin en meşum komplo teorilerinden birinin zeminini oluşturmaktadır.
Di Stefano-Puşkaş-Gento
10 Kasım 1956'da Sovyet tanklarının, Macaristan'ı SSCB'den bağımsız hareket ettirmeye çalışan ve 18 gün önce yönetimin başına geçen Imre Nagy'yi devirmek için Budapeşte'ye girmeleri aslında bir bakıma efsanevi Macar Millî Takımı'nın da sonu olmuştur. Zira karşı devrim sonrası ülkede yaşanan karışıklık esnasında, millî takımın iskeletini oluşturan Honved takımı, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Athletic Bilbao ile deplasmanda oynadığı ve 3-2 kaybettiği maçın ardından Budapeşte'ye geri dönememiştir. Bunda en büyük etken, yurtdışında futbol oynamak isteyen oyuncuların yaşanan karmaşayı bir fırsat olarak görmesi ve hazır yurtdışındayken tabiri caizse kapağı bir İtalyan veya İspanyol kulübüne atmak istemeleridir. Can güvenlikleri olmadıkları gerekçesiyle ülkeye dönmek istemeyen futbolcuları UEFA kırmamış ve rövanşı Brüksel'de oynatmış, 3-3 biten maç sonrasındaysa Honved elenince futbolcular rahat rahat transfer arayışına girebilmiştir.
Elbette bu esnada dikkatlerin üzerinde en çok yoğunlaştığı isim, takımın en büyük yıldızı Ferenc Puşkaş'tır. Puşkaş İspanya'nın yolunu tutmak üzeredir ama Budapeşte'ye geri dönmediği ve UEFA talimatlarına aykırı hareket ettiği için iki yıl ceza alır. Bu süre zarfında sadece Espanyol takımıyla çeşitli gayri resmi maçlara çıkar. Vuslat ise 1958'de gerçekleşir ve Puşkaş, Real Madrid'e transfer olur.
Puşkaş geldiğinde Madrid zaten fazlasıyla istim üzerindedir. Takım, Şampiyon Kulüpler Kupası'nı üst üste üç kez kazanmıştır. Kadrosunda o sıralar dünyanın en çok konuşulan golcüsü olan Alfredo Di Stefano gibi bir santrfor ve rakiplerin karşısında durmakta zorlandığı Francisco Gento gibi fırtına bir sol açık bulunmaktadır. Haliyle herkes Puşkaş, Di Stefano ve Gento'nun kuracağı ortaklığı merakla beklemektedir.
Söz konusu ortaklık, beklentileri fazlasıyla karşılayacaktır. Real Madrid, Avrupa'nın en büyük kupasını ara vermeden iki kez daha kazanarak bugün bile kırılamayan bir rekorun sahibi olmuştur. Beşinci şampiyonluklarını yaşadıkları final ise Puşkaş-Di Stefano-Gento üçlüsünün neler yapabildiğini özetler niteliktedir. Real Madrid söz konusu finalde Eintracht Frankfurt'u 7-3'le sahadan silerken gollerin üçü Di Stefano'dan, dördüyse Puşkaş'tan gelmiş, Gento ise çoğu golün hazırlayıcısı olarak sivrilmiştir. Süper üçlü ayrıca 1961-64 arasında Real Madrid'i üst üste dört La Liga şampiyonluğuna da taşımış ve bir arada oynadıkları altı lig sezonunda toplam 293 gole imza atmıştır.