Türkiye'nin 1975'te SSCB'yi 1-0 yendiği karşılaşmanın uzatma anlarında "Bu maçı kazanalım, ölürsem öleyim" diye dua eden Rasim Kara, "Sporda büyümenin anahtarı amatör ruhtur. O kaybolduğunda her şey sona erer" diyor. Kara, Türk futbolunun geleceğinin altyapı yatırımlarına bağlı olduğunu da sözlerine ekliyor.
Röportaj: Derya Oruçoğlu / TamSaha
Eskişehir'in Eğriöz Köyü'nden A Millî Takımımızın kalesine kadar uzanan bir başarı öyküsünün adıdır Rasim Kara... Lunaparkta penaltıları karşılarken keşfedilen, Alman efsanesi Beckenbauer'i beyaz noktadan soğutan, şimdilerde ise kendini gençlerin eğitimine adayan Rasim Kara ile Türk futbolunu değerlendirdik. Gençlere kendi geçmişinden kesitlerle harmanladığı tavsiyelerde bulunan "Rasim Hoca" ile yaptığımız ders niteliğindeki söyleşide herkese göre bir kıssadan hisse var. Türk futboluna hizmetlerini Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Gelişim Direktörlüğü Antrenör Eğitimcisi olarak sürdüren Kara'ya biz sorduk, o anlattı…
Futbola nasıl adım attığınızdan başlayalım önce. Biraz da çocukluğunuza inelim...
1950 Eskişehir doğumluyum. İlkokulu köyde (Eğriöz) okudum. Top nerede o dönemlerde... Atların kuyruklarından, yelelerinden top yapar oynardık. Sonra Vanlı bir Nevzat Hoca geldi. Para toplayıp bir top aldı. Kendi aramızda maç oynamaya başladık. Nedense hep kaleye geçerdim. Demek ki ilgim vardı. Ortaokul da aynı şekilde geçti. Lisedeyken futbol yasaktı. Ama kaçak da olsa oynuyorduk. Tabiî sahalar toprak o zamanlar. Ben yine kaledeyim. Lise 2'de Tuncer diye bir arkadaşım vardı. Bir gün bana gelip, "Ben 2. Amatör Küme'de santrfor oynuyorum. Bizim kaleci bazen antrenmanlara, hatta maçlara gelmiyor. Seni götüreyim mi?" dedi. Koşa koşa gittim. Orada (Işıkspor) ilk lisansım çıktı ve oynamaya başladım. 1.5 sezon sonra 1. Amatör Küme'den Çimentospor'a transfer oldum. 200 lira da transfer parası almıştım. O para bir işçinin, memurun yarı maaşı gibiydi. Bütün maçlarda oynadım. Lise bittikten sonra Eskişehir Ticari İlimler Akademisi'nin sınavlarını kazandım.
"Lunaparktan Eskişehir Demir'e"
Akademiye başlamadan önce önümde üç aylık ölü dönem vardı. O zamanlar Porsuk'un kenarında lunapark kurulurdu. Bir gün arkadaşlarla oraya gittik. Lunaparkta penaltı bölümü vardı. Üç penaltı atışını da gole çeviren bir paket sigara alıyordu. İster istemez ayaklarımız oraya gidiyordu. İşletmecisi de rakibimiz Fatihspor'un santrforuydu. Beni görünce, "Rasim gel, kaleci yok" dedi. "Tamam, ama ne zaman geleceğim, ne zaman gideceğim, kaç para vereceksin?" diye sordum. "Akşam 6'da burada olacaksın, gece 12.00'de filan bitiyor. Hafta sonları öğlen geleceksin, gece 12.00-01.00 gibi gideceksin" dedi. Önce cazip geldi ve kabul ettim. Ama okul arkadaşlarımın ve kafayı çeken zengin çocukların gelmesi zamanla beni rahatsız etmeye başladı. Sonra bir gün Eskişehir Demirspor'un yöneticisi rahmetli Cemboy Yüksel geldi. Beni kulübe davet etti. Eskiden müessese takımlarına girmek çok önemliydi. Özellikle yaşı ilerleyen futbolcular iş sahibi oluyordu. Sigortası, ikramiyesi, emekliliği cezbediciydi. Müdürle görüşmeye gelenler arasında en genç bendim. En son da beni aldılar içeri. Müdür, bana iş vereceklerini ama artık lunaparka gitmeyeceğimi söyledi. Ben de "Ailem köyde, çalışmam lâzım" dedim. Bana 500 lira maaş bağlandı.
"Coşkun Özarı 'Böyle devam et' dedi"
Demirspor'da oynarken Bölgesel Gençler Ligi kuruldu. Eskişehirspor o zaman 1. Lig'deydi. Zaten Süper Lig yoktu. Biz 3. Lig'deydik. Bursaspor, Zonguldakspor, Boluspor ve Uşakspor ile aynı gruptaydık. 18 yaşından büyük iki oyuncu oynatma hakkı vardı. Ben de 19 yaşına girmiştim ama bu haklardan biri bana verildi. O dönem Uşak'a maça gittik. Yenildik ama ben çok iyi oynamıştım. O dönem 2. Lig'de mücadele eden Uşakspor'dan teklif aldım. Kabul ettim ve 30 bin liraya profesyonel oldum. O sene Ümit Millî Takım'a seçildim. O dönem Fatih (Terim) Hoca ile Güvenç Kurtar da Ankara'ya seçmelere gelenler arasındaydı. Doğan Andaç vardı. Rahmetli Coşkun (Özarı) ağabey A Millî Takım hocasıydı. Hazırlık maçı sırasında Coşkun ağabey bana, "Böyle oynamaya devam edersen seni A Millî Takım'a alacağım" dedi. "İnşallah Hocam" dedim.
Aynı yıl Bursapor'a transfer oldum. Osman Hüseyin Uçaner adında çok iyi bir kaleci ağabeyim vardı. Kıbrıs uyruklu olduğu için Türk Millî Takımı'nda oynayamıyordu. Bana çok katkısı olmuştu. Teknik direktörümüz Kaloperoviç'ti. Rahmetli Metin Oktay da menajerdi. Yedinci hafta filandı sanırım. Mersin'de ilk 1. Lig maçına çıktım. 0-0 berabere kaldık ve bütün karmalarda ben varım. Sonraki hafta içeride oynayacağız. Kaloperoviç akşam odama geldi, "Sen gençsin, istikbalin parlak. Osman yaşlı, çalışmayı bırakır" dedi. Ben durumu anladım. "Hocam sen istediğin kaleciyi oynat, ben her zaman hazırım" dedim. O sezon 9 maç oynadım.
"Osman ağabey statta esir tutuldu!"
Osman ağabey Limasolluydu. Sezon bitince Limasol'a gitmişti. 1974'te Kıbrıs'a çıkarma olunca Rumlar Türkleri toplayıp bir statta esir ettiler. Osman ağabey de o grubun içindeydi. Biz sezonu açtığımızda Osman ağabey hâlâ esirdi. Sonra kurtuldu geldi ama o dönemde ben iyi maçlar çıkarmıştım. Takım da çok iyiydi. Avrupa'da İrlanda'nın Finn Harps takımını, ardından da İskoçya'dan Dundee United'ı eledik. Çeyrek finalde o dönemin en iyi takımları arasında yer alan Dinamo Kiev'e (SSCB) elendik. O sezon A Millî Takım yolum da açıldı. Gençliğimde ne için okuduğumu ya da neden futbol oynadığımı bile bilmiyordum. Büyük beklentilerim de yoktu. Aile terbiyemiz çok sağlamdı ve ne yaparsak yapalım en iyisini yapmak için çabalıyorduk. Bileklerimi güçlendirmek için kendi uydurduğum aletlerle çalışan bir gençken hem ligin en sağlam fiziğe sahip oyuncularından biri haline gelmiş hem de Millî Takım'a yükselmiştim.
Ders gibi penaltı golü
Duygusal kırılmalar yaşadığınız bir maç oldu mu?
Bursaspor'da oynarken kupada Eskişehir Demirspor ile eşleştik. Bu eşleşme benim için ayrı bir önem taşıyordu. Eskişehirli olduğumdan değil tabiî... O zaman Demirspor'u, bileklerim zayıf olduğu gerekçesiyle beni takımına istemeyen Zekai Hoca çalıştırıyordu. 3. Lig takımını nasıl olsa yeneriz diye sahaya ikinci takımla çıkmıştık. Ama maç penaltılara gitti. Bir penaltı kurtardım, bir tane de gol attım. Hocaya gidip "Geçmiş olsun" dedim. O da beni tebrik etti. O zamanlar böyle tatmin oluyordum. Zekai Hoca bir sene sonra Eskişehirspor'un başına geçti. Bursa'daki maçta 80. dakikada penaltı kazandık. Şu anda TFF'de bölge antrenörü olarak görev yapan Sinan Bür o zaman kaptan. Penaltıyı da o atacak. Antrenöre koştum, "Hocam ben atayım" dedim. Eskişehirliyim, kaçırsam dedikodu yaparlar. Kaleden çıkıp git, bir de penaltıyı kaçır... Tabiî o zaman hiç aklıma öyle bir şey gelmedi. Ben sadece hocamın penaltı attığımı görmesini istiyorum. "Git at" dedi. Sinan topu dikti. Koşarak gittim, "Hoca benim kullanmamı istiyor" dedim. Hocaya baktı, 'bırak' işaretini alınca çekildi. Topu 90'a attım ve maçı 1-0 kazandık. Bu arada topu elle santraya gönderiyorum. Degajım rakip ceza alanına iniyor. Bunların hepsini Zekai Hoca kollarımın zayıf olduğunu söylediği için yapıyorum... Benim yerimde bir başkası olsa küsüp futbolu bırakabilirdi. Ama benim için itici güç oldu.
"Beckenbauer'in penaltısını kurtardım"
İlk A millî maçımı İrlanda'ya karşı oynadım. 74'te Yasin Özdenak'ın yerine oyuna girdim, 88'de penaltı kurtardım. A millî formayı üçüncü giydiğimde Federal Almanya maçında Beckenbauer'in penaltısını kurtardım. Lunaparkta penaltı pavyonunda çalışmış olmak başlarda zoruma gidiyordu ama bana çok katkısı oldu. Dört sene Bursaspor'da oynadıktan sonra Beşiktaş'a transfer oldum. Orada da penaltıları atmaya başladım. 25'in üzerinde penaltı golüm var. Sadece bir penaltı kaçırdım. O da Bursaspor'a karşı. Beşiktaş'ta 8 yıl oynadım. 15 yıllık şampiyonluk hasreti de benim kaptanlık yaptığım dönemde bitti. O süreçte iskeleti altyapıdan gelen oyuncular oluşturuyordu. Ben, Mehmet Ekşi, Necdet (Ergün), Samet (Aybaba)... Sonra Rızalar (Çalımbay), Ziyalar (Doğan), Fikretler (Demirer), küçük Haluklar (Duranoğlu) filan geldi. Feyyazlar (Uçar), Aliler (Gültiken), Gökhanlar (Keskin) derken üst üste şampiyonluklar geldi.
Sizin döneminiz ile bugünün şartlarını kıyaslamanızı istesek...
Biz çok çileler çektik. Yaklaşık 20 yıl futbol oynadım. Ama doğru dürüst bir çim sahada kaleci antrenmanı yapamadan bıraktım. Şeref Stadı vardı şimdi Çırağan Oteli'nin olduğu yerde. Orası da toprak sahaydı. 1984'te Beşiktaş'ta jübile yaptım. Yeniköy'de Ritz Carlton Otel vardı. Sonra yıkıldı. Orada dostlarıma ve medyaya yemek vermiştim. Benden anılarımı anlatmamı istediler. Bende iz bırakan şeyleri anlattım. Sonra da "Öldüğümde mezar taşıma 20 sene kalecilik yaptı ama doya doya bir çim sahada kaleci antrenmanına çıkamadı" diye yazın dedim. Şimdi bakıyorum; kaleciler antrenmanda, maçta kısa kollu forma ile oynuyor. Biz astronot gibi giyinirdik. Formaya, eşofmana battaniye, yorgan gibi ilâveler koyardık. Yaralar yapıştığı için yatakta dönemezdik. 1 sene hiç kapanmazdı yaralarımız. Ama hiç şikâyetçi değildik. Bize kimse bir şey göstermedi. Kendi kendimize kaleye geçtik ve oynamaya başladık. Deneme yanılmayla öğrendik her şeyi. Ama köyde yürümeye başladığımız andan itibaren sokaktaydık. Çelik çomak, birdirbir, uzuneşek, yakan top, seksek oynardık. Şimdi bunu profesyonel kulüplerde merdiven çalışması, koordinasyon çalışması olarak yapıyorlar.
Kaleci antrenörlüğünü başlattık
Futbolu bıraktıktan sonra antrenör kurslarına gitmeye başladım. Antalya'da bizim altyapı hocamız olan Serpil Hamdi Tüzün vardı. Adnan Dinçer de onunla birlikteydi. Bir gün Adnan Dinçer'i aradım. Okumayı çok severdi. Ondan kitap istedim. Antrenör kursuna gideceğimi söyledim. "Gel beraber çalışalım o zaman" dedi. Kalktım Antalya'ya gittim. O zamanlar 1. Lig, 2. Lig ve 3. Lig vardı. Antalyaspor 2. Lig'deydi. Orada yardımcı antrenör oldum. Takım o sezon 1. Lig'e çıktı. Yine 2. Lig'de Uzunköprüspor'da çalıştıktan sonra yarım sezon da Antalyaspor'da teknik direktörlük yaptım. Sonra Federasyona geldim. Tamer Hoca (Güney) vardı o zaman Şenes Erzik yönetiminde. Piontek Millî Takım'ın başında, Derwall danışman, Fatih Hoca (Terim) Piontek'in yardımcısı. Tamer Hocaya gittim, "Ben Türk kaleciliği için bir şey yapmak istiyorum" dedim. "Ne gibi?" diye sordu. "Kaleci antrenörlüğü yok mesela" dedim. Sonra Fatih Hocaya bahsettim. O da destekledi. Şenes (Erzik) Bey de destek verdi. Bu vesileyle hem yardımcı antrenörlük hem de kaleci antrenörlüğü müessesini kurduk.
"12 takımın kalesi Türk'e emanet"
Şenes Bey geçen sene Futbol Vakfı'nın yemeğinde bir grupla konuşurken beni çağırdı. "Rasim Hoca biliyor musun dünyada ilk kaleci antrenörü kursunu sen açtın" dedi. Bunu ben de bilmiyordum. Avrupa'da 2-3 günlük seminerlerle sertifika programları yapıldı. Biz 33 günle başladık, sonra 18 güne indirdik. Çok kaliteli işler çıkardık. Şu anda UEFA kaleci antrenörü kurslarına da el atıyor. Geçen sezon Süper Lig'de banko oynayan üç yerli santrfor yoktu. Sadece Burak (Yılmaz) ve Umut (Bulut) vardı. Banko oynayan üç yerli stoper yoktu. Ama 12 takımın kalesi yerli kalecilere emanet edildi. Bunların beşi 20, 21, 22 yaşında. Altay 21 yaşında Fenerbahçe'ye geldi, oynuyor. Trabzonsporlu Uğurcan 22 yaşında, o orada oynuyor. Okan'ı Galatasaray aldı Bursaspor'dan. Muhammed Şengezer var. İleride Avrupa'da oynayan kalecilerimiz de olacak. Mesela Uğurcan Çakır... Bence son derece yetenekli. Altay da iyi. Muhammed Şengezer de çok iyi.
Beşiktaş teknik direktörlüğünden ayrılışınız çok konuşuldu ama siz sustunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?
1996'da Fatih Hoca ile Millî Takım'ı tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası finallerine götürdük. Gitmeden önce Fatih Hoca Galatasaray ile anlaştı. Ben de Beşiktaş'la. Hatta Fatih Hoca ayrılınca yöneticilerden biri bana, "Prosedüre göre yardımcısı devam eder, sen kal" dedi. Kabul etmedim. "Fatih Hoca ile geldik, beraber gideriz. Bize yakışmaz" dedim. Sonra Beşiktaş'ta çok başarılı bir sezon geçirdik. Bariz hakem hatalarıyla puanlar kaybettik. Mesela Van'da Sergen'in (Yalçın) frikiğinde smaç yapıldı. Penaltıyı vermedi hakem. VAR sistemi uygulansa Beşiktaş açık ara şampiyon olurdu. Ama ikincilikle yetindik. Galatasaray ipi göğüsledi. Beşiktaş'ın tarihinde 88 gol yok, benim zamanımda atıldı. Artı 62 averaj yakaladık. Rum Kesimi'nden Apoel'in Türkiye'ye gelmemesi ile Avrupa'da tur geçen Beşiktaş, benim dönemimde dördüncü turda Valencia'ya elendi. Hiç derbi kaybetmedik. TSYD Kupası'nı kazandık. Fair Play de benim için çok önemliydi. En az kart gören takım olduk. Rahmetli Süleyman ağabey başkandı o zaman.
"Kulüp zarar görmesin diye…"
Çok önemli ama anlatamayacağım konular var. Onlar yüzünden ayrılmak zorunda kaldım. 400 bin dolar tazminatım ve iki senelik kontratım vardı. Hepsini bırakıp gittim. Bu tavrım nedeniyle Süleyman ağabey bana teşekkür bile etti. Bazı yaşlı yöneticiler ile anlaşmazlık yaşadım ama kulüp zarar görmesin diye sustum. Sonra Bursaspor ile anlaştım. Orada da başarılı olduk. Sonra Çanakkale Dardanelspor, Yimpaş Yozgatspor, Kocaelispor… Rizespor'u 2. Lig'den 1. Lig'e çıkarttık. Kanada'da Ottawa Wizards takımını çalıştırdım. Orada şampiyonluk yaşadım. 4.5 sene Azerbaycan'da Hazer Lankeren ve Karabağ'da görev yaptım. O sıralar zor dönemler yaşıyordu Karabağ. Ermeniler işgal etmiş, oradan kaçanlar bir takım kurmuş filan… 30-35 yaş ortalamasına sahip bir takım aldık. Takımın yaş ortalamasını ben düşürdüm. Şu an Azerbaycan'ın en iyi takımı. Şampiyonlar Ligi'ne filan gidiyor. Yaklaşık 10 yıldır da TFF'de çeşitli görevlerdeyim. Yaklaşık 1000 kaleci antrenörü mezun olmuş toplamda. Bunlar hem bir meslek sahibi oldular hem de kaleciler yetiştirdiler. Bugünkü başarıda bizim açtığımız kursların etkisi büyük.
"Bu maçı kazanalım, ölürsem öleyim!"
Gençler sahip olduklarının kıymetini bilmeli. 1975'te İzmir'de Sovyetler Birliği'ne karşı oynadım. O dönem henüz bölünmemişti. Çok iyi bir kadrosu vardı Sovyetlerin. Dinamo Kiev takımı, millî takım olarak çıktı sahaya. Ben de Bursaspor'dayken Dinamo Kiev'e karşı iki defa oynamıştım. Valeri Lobanovski adında çok iyi bir antrenörleri vardı. Hem Dinamo Kiev'i hem de millî takımı çalıştırıyordu. Maç öncesi 5-6 fark yiyeceğimizi düşünüyorlardı. 1-0 öne geçtik. Hava yağmurluydu. Yerler vıcık vıcık. Ruslar bastırıyor... Ben bir degaj yaptım, Gökmen aşırttı, Ali Kemal ortaladı, Fenerbahçeli Cemil kafaya çıktı ama golü kimin attığı belli değil... Bakıyorum Atatürk Stadı'nın skorbordunda "Türkiye: 1 - SSCB: 0" yazıyor. Dakika 88. "Allah'ım gol yemeyeyim, maçtan sonra kolum kırılsın" diye dua ediyorum. 90'ıncı dakikada skor hâlâ 1-0. "Allah'ım maç böyle bitsin, bacağım da kırılsın" diyorum kendi kendime. Uzatmalar oynanıyor. "Bu maçı kazanalım da ölürsem öleyim" demeye başladım. Bunu canı gönülden söylüyorum. İçimdeki amatör ruh söyletiyor bunu. Şimdi daha iyi anlıyorum. Bütün büyük sporcular amatör olarak başlıyor, sonradan profesyonel oluyor. Michael Jordan, Magic Johnson, Messi, Ronaldo... Bunlar amatör ruhla büyüyen sporcular... Çünkü içindeki amatör ruhu kaybettiğin anda ilerlemen de sporculuk hayatın da bitiyor.
Kaledeyken sizi en çok zorlayan oyuncu kimdi?
Aslında pek zorlanmıyordum ama Fenerbahçeli Cemil çok süratli bir oyuncuydu. Şu anda oynasa çok yüksek paralar kazanırdı. Fatih Hoca iyi futbolcuydu. Trabzonspor'da Ali Kemal vardı... Cemil hep sol taraftan gelirdi. Onu çok iyi biliyordum. Maçları akşamdan zihnimde oynardım.
"Spor rakibi aldatma sanatıdır"
Kaleci antrenörlüğü ağırlık noktam. Diğer antrenör kurslarına da gidiyorum. 10 senedir kulüplerde çalışmıyorum. Bu kendi tercihim. Çalışmayı severim. Kendime has metotlarım vardır. Mesela eskiden internet yoktu. Almanya'da yayınlanan Football Training diye bir aylık dergi vardı. O dergiye aboneydim ve 22 yıl boyunca hep okudum. Oralardan antrenman teknikleri çıkarırdım. Temelde bütün oyunlar rakibi aldatmaya dayalıdır. Sistemler önemli. Şu anda genelde 4-2-3-1 oynuyorlar. Yorumcuları izliyorsunuz; çift santrforla maçı kaybetmişse "4-2-3-1 oynasaydı maçı kazanırdı" diyorlar. Aslında hiç alâkası yok. Beş tane hücum prensibi, beş tane de savunma prensibi var. Top sendeyken ya da rakipteyken ne yapacağını biliyorsan hangi sistemle oynarsan oyna fark etmez.
"Asla sistemin esiri olmadım"
Mesela hücumda genişliğine ve derinliğine göre oynamak. Oyun sıkışmış ve takım pas yapamıyor. Pas ve destek uygulaman lâzım. Top sendeyken pas vereceksin, yön değiştireceksin. Hareketli oynayacaksın, kreatif oyuncuları devreye sokacaksın. Bu beş hücum prensibinin karşılığında da beş savunma prensibi var. Baskı var, kademe var; ortaya, şuta mani olmak var. Bugün bakın maçlara… Yapılan ortaya müsaade etmekten, koşan adamı takip etmemekten ya da ters kademeye girememekten savunma zaafları yaşanıyor… Basketboldan örnek vereyim… Rakibin üçlük atıyor, onu rahat bırakırsan isabet bulma şansı artar. Futbolda da şut atılırken baskı yapmazsan gol olma ihtimali yükselir. Bunları antrenmanlarda defalarca çalışmak lâzım. Ben çok yerde çalıştım ama hiç sistemlerin esiri olmadım.
En beğendiğiniz teknik direktörler kimler?
Türkiye'de iyi hocalar var. Fatih Hocanın gözle görülür bir başarısı var. Şenol Hocanın yaptıkları ortada. İkisi de çok iyi dostum. Gençler geliyor alttan. Sergen Yalçın, Bülent Korkmaz... Gençlere fırsat vermek lâzım. Ben en verimli çağımda, 2-3 milyon kazanacakken TFF'de maaşlı çalıyorum. Bir genç kaleci yetiştirmek benim için parayla pulla ölçülebilecek bir mutluluğun ötesinde.
"Gelen yabancı millî olmalı"
Artık futbolda dönen paralar inanılmaz boyutta. Bizim 20 senede aldığımız para şimdi bir sezonda kazanılıyor. Kulüplerimiz de buna çanak tutuyor. Bir başka mesele de Türkiye'ye gelen yabancılar. 14 yabancı serbest diye kontenjanı doldurmanın ne anlamı var? Üç büyüklerde oynayacak oyuncunun ülkesinin millî takımında yer alması lâzım. Ben Beşiktaş'ı çalıştırırken üç yabancı hakkı vardı. Mrmiç, Hırvat Millî Takımı'nın kalecisiydi. Iankov, Bulgar Millî Takımı'nın orta saha oyuncusuydu. Amokhachi, Nijerya Millî Takımı'nın forvetiydi. Bugün astronomik paralarla sıradan oyuncular alınıyor. Daha az paralarla daha kaliteli yabancılar getirilebilir. Yöneticiler kulüpleri de aile şirketleri gibi yönetmeli. Bu konuda Dernekler Yasası büyük sıkıntıya neden oluyor. Kulüpler her ne kadar A.Ş. olsa da seçimler Dernekler Yasası'na göre yapılıyor. Bugün takımı batağa sürükleyen bir yönetici ceketini alıp gidiyor. Borçlar yeni yönetime kalıyor. Beşiktaş'ı, Fenerbahçe'si, Galatasaray'ı, Trabzonspor'u, Bursaspor'u, Eskişehirspor'u bu yüzden zor durumda. Altyapılara gerektiği kadar önem verilmiyor. Oysa Beşiktaş, Serpil Hamdi Tüzün zamanında da bizim kaptanlık yaptığımız dönemde de alttan gelenlerin katkıları ile iyi işler yaptı.
Altyapıların kulüpler için taşıdığı önemden bahseder misiniz?
Kulüpler geleceği için altyapıya yatırım yapmak zorunda. Bütçesiyle, hocasıyla, tesisiyle ayrı bir yapılanma lâzım. İyi sporcu yetiştirmek için yeterli tesis ve iyi eğitilmiş antrenör olmazsa olmazdır. UEFA Jira Komisyonu'na girdikten sonra bizde de eğitim kalitesi çok yükseldi. Almanya'da, İngiltere'de, İspanya'da, İtalya'da neler aktarılıyorsa biz de aynılarını yapıyoruz. Kulüpler TFF ile diyalog içinde çalışmalı, iyi koordine olmalı ve yetenekli gençleri bulmalı. Öğrenciler 16.30'da okuldan çıkıyor, aynı anda tesise gidiyor. Beşiktaş'ın bir sahası var diyelim. Galatasaray'ın, Fenerbahçe'nin 1.5 sahası var (bir büyük bir küçük). Bir sahayı dörde bölüyorlar. Küçükler çeyrek, büyükler yarı sahada çalışıyor. 50'şer dakikalık idmanlar yapılıyor. Buradan bir şey çıkmaz. Açılım basit; yatırım yapmazsan, üretmezsen kâr edemezsin... Türk genci inanılmaz yetenekli. Bakın bugüne kadar çeyrek sahalarda çalışarak geldiler. Hollanda'da bir amatör takıma gidiyorsun 8-10 tane sahası var. Bizim büyük takımların ise 1-1.5. Bu inanılır gibi değil. Üretimin yükselmesi için yatırımın artması lazım.
"Altınordu iyi bir örnek"
Daha önce de söyledim. Çok yetenekli oyuncularımız var. Mesela Altınordu iyi bir örnek. Gelişim liglerinden sorumluyken Altınordu'ya gittim. Seyit Mehmet Özkan başkanla görüştüm. Torbalı'da, Selçuk'ta, İzmir'de, Kuşadası'nda tesisleri var. Başkan çocukların okullarından, velilerin işlerine kadar ilgileniyor. Sonuç olarak U14'ten U21'e kadar her millî takımda Altınordu'dan mutlaka üçer, dörder, beşer oyuncu var. İşte Cengiz Roma'da, Çağlar önce Almanya'ya, sonra Leicester City'e gitti. Bu çocuklar fidan gibi. Dikeceksin, sulayacaksın, bakımını yapacaksın, toprağına gübreyi vereceksin ve meyveyi alacaksın. Hiçbir şey yapmadan çocuklardan verim almak çok zor. O yüzden Spor Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, kulüpler ve TFF el ele seferber olmalı. Türk futbolu ancak böyle kurtulur.
Yarınlara yönelik önemli projeler var mı?
Evet var. Ama önce Milli Eğitim'in sporcu açısından düzenleme yapması gerekiyor. Sabahçı, öğlenci uygulamasında daha çok fayda görüyoruz. Sahalardan daha rahat istifade edilebiliyor mesela. Beşiktaş ilçe hudutları içinde bir tane saha yapacak boş arazi yok. Ajax'ta sadece altyapının yan yana 14 sahası var. Çatalca'da, Gebze'de boş araziler var ama bu çocuklar okuldan sonra oraya nasıl gidip gelecek? Okulu da içinde olan bir yapılanmaya gitmek gerek.
"Çocuklar şahsiyetli yetişmeli"
Bizim zamanımızda futbolculara kız vermiyorlardı. Bir de popçulara... Şimdi tam tersi oldu. Ekonomik sebeplerle herkes çocuğunun futbolcu olmasını istiyor. Avrupa'daki gençlerle ülkemizdeki gençler arasında yetişme tarzı açısından büyük fark var. Hâlâ çocukları konuşturmayan, hatta şiddet uygulayan aileler var. Oyuncularına şiddet uygulayan yetersiz antrenörler var. Bunlardan kurtulmak gerek. Türkiye'de 12-13 bin amatör takım var. Bunlara hizmet götürmek kolay değil. Avrupa'da küçük yaştan itibaren çocuğun kapısında sütü var. Çocuk kişilikli ve şahsiyetli olarak yetiştiriliyor. Sahaya çıktığı zaman, "Acaba büyüdüm mü, konuşabilir miyim?" diye kaygılanmıyor. Sahada kendi kararını kendisi verebiliyor. O nedenle komple bir eğitime ihtiyaç var.
Unutulmaz bir anınızı anlatır mısınız?
Beşiktaş'ta oynadığım dönemde idman için Şeref Stadı'na gittik. Çırağan Sarayı yanmış, döküntü halde. Kulüp binamız yok, orayı tutmuşlar. Rüzgârlı havalarda taşlar iniyor kafamıza. Çırağan Otel inanılmaz durumda. Bir kalabalık var o gün. Spotlar falan yanıyor. İçeriye girdim. Önce Kartal Tibet'i gördüm. "Gol Kralı"nı çekiyorlarmış. Başrolde rahmetli Kemal Sunal oynuyor. Beşiktaş'a denenmeye gelmiş bir oyuncuyu canlandırıyor. Bir ara soyunma dolabımın yanına gittim. Masaj tahtamız orada. Masör Necati birisine masaj yapıyor. Kameralar orada. Masadaki Kemal Sunal'mış. Sonra ısınmaya çıktık. Kemal Sunal da bizle birlikte koştu. Sonra hazırlık maçı oynanacak. Isındıktan sonra bana, "Kemal Sunal sana penaltı atacak. Topu sola gönderecek, sen sağa gideceksin" dediler. "Tamam" dedim. Hayatımda ilk defa şike yaptım. Bir de gol yedikten sonra 'bravo' dedim. Çünkü bana öyle söylediler.
"Aile terbiyesi her şeyin başı"
İnsanın kendi kendine yetişmesi, tek başına mücadele etmesi kolay değil. Benim ailem futbola çok yakın değildi. Ağabeylerim vardı, 6 kardeşin en küçüğü bendim. "Beşiktaş'a gidiyorum, Bursaspor'a gidiyorum" dediğimde bile, "İyi, sen bilirsin" derlerdi. Fikirlerini sormazdım. Çünkü bana çok güveniyorlardı. Bu benim için çok önemliydi, gurur kaynağıydı. Yanlış yapmayacağımı biliyorlardı. Aile terbiyesi her şeyin başı.
İçinizde kalan bir ukde var mı?
Beşiktaş'ta teknik direktörlüğe devam etseydim birkaç şampiyonluğu daha olurdu. Çünkü öyle bir hava yakalamıştık. Hoca olarak orada şampiyonluk yaşayamamak içimde ukde kaldı.
"Elinizden tutulmasını beklemeyin"
Son sözlerim yine gençlere. Onlara tavsiyem, "Torpilim yoktu da olmadı" gibi düşüncelerden uzak dursunlar. Ben 20 sene futbol oynadım. Sıfırdan başladım. Bir köyden çıkıp ilerledim. Bütün liglerde oynadım. 25 sene de antrenörlük yaptım. Kimse elimden tutmadı. Futbol sahada oynanıyor ve orada ne yaptığınıza bakıyorlar. Ben hem oyunculuğumda hem de antrenörlük hayatımda hep "Elimden geleni yaparım, beğenirlerse alırlar" zihniyetinde oldum. Hiçbir zaman destek beklentisi içinde olmadım.