TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Bilal Meşe: Ay-yıldızla 300 maç 1.05.2015
Bilal Meşe: Ay-yıldızla 300 maç
Geri
İleri
Lüksemburg müsabakasıyla birlikte 300. millî maçını izleyen usta gazeteci, Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim tarafından imzalı bir ay-yıldızlı formayla kutlandı. 42 yıllık gazeteciyle meslek hayatını, Millî Takım'daki anılarını ve futbolumuzun içinde bulunduğu durumu konuştuk.

Röportaj: Rasim Artagan /TamSaha

Bilal Meşe kimdir? Gazeteciliğe nerede, nasıl başlamıştır? Bize biraz anlatabilir misiniz?

Mesleğe 1973 yılında Türk Haberler Ajansı'nda başladım. Gazetecilik okulu bitirmedim. Liseden sonra okuyamadım ve tamamen tesadüf eseri mesleğe adım attım. Gazeteciler Cemiyeti'nin çay ocağını işleten Hüsnü amca, benim abimin kayınpederi. Elazığlı kendisi. Oraya Ankara'dan kaçıp gelmiştim. Öğrenci olayları nedeniyle o yıllar biraz karışıktı. Orada zaman zaman çay ocağında çalıştım. Sonra Türk Haberler Ajansı'nın müessese müdürü Engin Bey'le tanıştım. O zaman 17 yaşındayım. "Ne iş yapıyorsun?" dedi. Anlattım kendimi. Ajansa götürdüler beni. O zaman Türk Haberler Ajansı, Ortadoğu'nun en büyük ajansı ve müthiş derecede tarafsızdı. Orada 6 ay çalıştım. Gündüz yazılan haberleri gece teleksle İstanbul gazetelerine geçiyordum. Çok ünlü ağabeylerimiz de vardı. Bülent Ecevit gelirdi. CHP'li milletvekillerinin geldiği bir yerdi ajansımız. 6 ay bu işi yaptıktan sonra Kadir Kayabal'a, "Ben gidiyorum" dedim. Bu 6 aylık süreçte geceleri de ajansta yatıyordum.

O zaman her şeyi de temelden öğrenmişsinizdir.

Evet, fotoğraf çekmeyi öğrendim. Laborantlığı öğrendim. Teleks yazmayı öğrendim. Bant okumayı öğrendim. Haber yazmayı öğrendim. Gece boş vakitlerimde hep bunları çalıştım. Hiç unutmam, bir gün İran Konsolosluğu'na baskın olmuştu. Ben oradan fotoğraf çekmiştim. O fotoğraf gazetelerde yer aldı ki, o dönem gazeteci filan değilim. Sonra Kadir ağabeyle konuştum, "Ankara'ya gidiyorum" dedim. Bana kızdı. "O ağabeyler gibi olmak istiyorum" dedim. Veysel Serçe vardı Spor Müdürü… Ergin Sanver vardı yardımcısı. Faik Gürses de Beşiktaş muhabiriydi. Faik ağabeyle aramızda 3 yaş var. "O ağabeyler gibi olmak istiyorum" dediğim için bana bir Nikon fotoğraf makinesi alındı. Çelik kasa. Nikon herkeste yoktu. Hüseyin Kırcalı'da vardı. Yarım boton, çelik kasa makine verdiler bana. Derken ben polis-adliye muhabirliğine başladım. Bütün öğrenci olaylarında, bütün çatışmalarda yer aldım İstanbul'da. 1973'ten sonra 1976'da Ankara'ya tayin oldum. Orada bir boşluk oluştu, parlamento muhabirliğine başladım.

Başınıza o sırada ilginç bir olay geldi mi?

Amerika Genel Kurmay Başkanı Clark Clifford gelmişti. Onun askeri kıyafetiyle bir portresini çekmiştim. Türk Haberler Ajansı imzasıyla Time Dergisi'ne kapak oldu. Böyle durumlarda para alıyorsunuz. Dışarıdan bana 1000 dolar gibi bir para geldi. O zamanki rakam. Her gün meclise gidiyorsunuz. Takım elbise giymek ve traşlı olmak zorundasınız. Kot pantolonla giremezsiniz meclise. Derken 1976'da evlendim, 77'de ikizlerim oldu ve askere gittim. Askerlik bittikten sonra İstanbul'a dönüş yaptım ve spor muhabirliğine başladım.

Beşiktaş'la ne zaman tanıştınız?

Spor muhabirliğimle birlikte Şeref Stadı'ndaki toprak sahada Beşiktaş'la tanıştım. Süleyman Seba ağabeyle de orada tanıştım. 42 seneye varan bir dostluğumuz oldu. O zaman yönetici değil, dışarıdan bir ağabey rolündeydi. Aslında o yıllara kadar Galatasaraylıydım. Fanatik değildim ama. Süleyman ağabeyi ve Beşiktaş'ı tanıdıkça sempatim arttı. Gariban takımı. Şeref Stadı'ndaki yokluklar içerisindeki bir takımı tutmak çok güzel bir duyguydu. Taraftarı enteresan. Halkın içinden gelen bir takım. Süleyman ağabeyi tanıdıktan sonra Beşiktaş sevgim arttı. Beşiktaşlı olmam, onun sayesinde oldu. Ama her kulübe gidiyordum ben. Fenerbahçe muhabirliği de yaptım. Fatih Terim, Galatasaray'da top oynarken Galatasaray muhabirliği de yaptım. Atletizm esas branşım, sonra da güreş gelir. Ama futbol 1 numaradır. Ajansta olduğumuz için her dala gidiyorduk. Faik Gürses, İstihbarat Şefi'ydi. Bu mesleğe başlamamı tamamen Faik ağabeye borçluyum. Ondan sürekli destek aldım. Ama tabiî ki dil bilmeme eksikliğini yıllarca hissettim. Dünyaya gelsem yine gazeteci olurdum. Ama en az 2-3 dil bilmek isterim. Bu yüzden sıram geldiği halde olimpiyatlara bile gitmedim.

Peki, Millî Takım hikâyeniz nasıl başladı?

1985 senesinde A Millî Takım hikâyem başladı. Yılmaz Gökdel, Kalman Mezsöly, Coşkun Özarı, Mustafa Denizli, Tınaz Tırpan, Sepp Piontek, Fatih Terim, Şenol Güneş, Ersun Yanal, Guus Hiddink ve Abdullah Avcı ile yani 11 hocayla çalıştım.

Mart ayında 300. millî maçınızı izlemeniz onuruna Lüksemburg karşılaşması öncesi Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim tarafından size tüm takımın imzaladığı bir forma hediye edildi. Bu jestin hikâyesini anlatır mısınız?

Evet, 300. millî maçım Lüksemburg karşılaşmasıydı. Ben hatırlamıyorum ama ilk maçım yine Lüksemburg karşılaşmasıymış. Sağ olsun Atilla Türker kardeşim bu rakamları çıkarmış. Ben farkında değildim olayın. Lüksemburg maçının oynanacağı gün ilginç bir olayla karşılaştım. A Millî Takım Medya İletişim Direktörü Hande Sümertaş bana, "Fatih Hoca seni istiyor" dedi. Şaşırdım. Çünkü Millî Takım kampına girmek yasak. Ben de tesadüf, o maç için Avrupa'da yaşayan Türk arkadaşlarıma bilet almaya otele gelmiştim. Hoca beni görmek istediğinde çok şaşırdım. Halbuki ben gelmeden Twitter'dan paylaşılmış bunlar. Atilla Türker'e de çok teşekkür ederim. Onun sayesinde 300. maçım olduğunu öğrendim. Sonra Fatih Hocanın yanına gittim. Abdullah Ercan'la tavla oynayıp stres atıyorlardı. Hande Sümertaş, "Bülent Bayraktar hoca diyor ki, Burak Yılmaz'ın kızı oldu; sen de bir mesaj ver; moral olsun" dedi. Allah Allah, şaşırdım tabiî ki. Bir şey dönüyor ama ne? Tekrar Fatih Hocanın yanına gittim. Selçuk İnan da hocanın yanındaydı. O sırada Selçuk kendi formasını çıkardı. Fatih Terim tarafından 300. maç anısına imzalanmış. Şaşırdım tabiî. Hayretler içerisinde kaldım. "Nasıl yani hocam?" dedim. "Evet, bu senin 300. maçın" dedi. İnanılmaz bir andı benim için.

Bir gazetecinin yaşayabileceği en güzel anılardan bir tanesi sanırız…

Gerçekten çok önemli. Yılda demek ki 12-13 maç izlemişim. Şu anda Millî Takım'da en eski muhabir benim. Yazarlığım da var. Gazeteciliğin en iyi tarafı muhabirliktir. Bunu yıllardır yaşıyorum. Hâlâ sabah 09.00'da gazeteye giderim ki, gitme zorunluluğum da yok. Çünkü o havayı yaşamak zorundayım. Halkın arasında mutlaka dolaşmak zorundayım. Sosyal bir adamım ben. Gecede herhalde 3-4 saat uyumuşum 30 yılda.

Peki, Milliyet Gazetesi'ne geçiş süreciniz nasıl oldu?

Daha sonra ajansta spor müdürlüğü yaptım. Milliyet'e geçişim de enteresan. Oraya torpille geldim. Çünkü Milliyet Gazetesi, Tercüman'la beraber o zamanki spor basınının idolüydü. En büyük idealimdi orada çalışmak. Ama tabiî ki oraya girmek mümkün değildi. Namık Sevik müdürüm vardı. Kendisine "imparator" derlerdi. Giyimiyle, konuşmasıyla gerçek bir imparatordu. Fuları onda gördük, İslam Çupi'de gördük. Mehmet Ali Yılmaz, Güneş'i alınca ajansta lokavt ilân edildi. Sendika ile sıkıntılar oldu. Ben de sendikalıyım ve aynı zamanda spor müdürüyüm. Yanımda 25 kişi çalışıyor. Bugün Kartal Yiğit, Turgay Demir gibi sayabileceğim birçok irili-ufaklı muhabir benim yanımdan yetişme. Onlarla da gurur duyarım. Hakan Yıldırım diye bir öğrencim daha var, o da şu anda Miami'de yaşıyor. TIR filosu var. Bahri Havadır benim talebemdir. Çok adam yetiştirdim. Yüksel Aytuğ da benim öğrencim. Gerçekten Genel Yayın Yönetmeni olacak kapasitede bir yetenektir kendisi. Kalemi çok güçlü. Ajans kapatılınca iyot gibi açıkta kaldık. Ben bir sorumlu olarak onlara iş bulmak zorundaydım. Birçok kişi iş buldu ama ben yine açıktaydım. O zaman Şansal Büyüka Güneş'in başındaydı. Ben de oraya gidecektim. Mehmet Ali Bey de istedi beni. İslam Çupi ağabey, cemiyet lokaline geldi bir gün. Cağaloğlu'nda bulunan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin en üstü eskiden lokaldi. Orada mesleğin keyfini sürerdik. O zaman çok paramız da yoktu. Jetonlarla gezerdik. Ama fotoğraf makinem her zaman yanımdaydı. Benim silahımdı. Kayıt cihazım da yanımdadır her zaman. Hâlâ da yanımda. İslam ağabey bana, "Seni yarın Milliyet Gazetesi'ne bekliyorum. Namık ağabey seninle görüşecek" dedi. "Ama ağabey ben Güneş'e gidiyorum" dedim. "Olsun, sen gel" cevabını verdi. Ajanstayken bizim geçtiğimiz haberlere, ismi lâzım değil birçok arkadaşımız imzasını atardı. Ajans gizli kahramandı o dönemde, çünkü çok atlatma haber yapıyorduk. Bunlar bilinmezdi. B.M., H.Y. gibi rumuzlar kimliğimizi ortaya koyardı aslında. Ertesi gün gittim. Namık ağabeyin odasına girerken bile sıkıntı çektim. Çünkü adam imparator. Çok sevecen fakat ağırlığı var. İmparator lâkabı boşuna takılmamış. Odasının kapısı her zaman açıktı. İsteyen istediği zaman girebilirdi. Ben çekine çekine gittim. Namık ağabey bana, "Seni tanımıyorum ama ajansta müdür olduğunu biliyorum. İslam Çupi seni bana çok övdü. Seninle birlikte buraya üç kişi istiyorum" dedi. O arada Bahri Havadır, Türkiye'ye geçmişti. Yalçın Türk ve Hakan Yıldırım işsizdi. "Namık ağabey yanlış anlama ama ben orada spor müdürüyüm. Yanımda arkadaşlarım var, işsizler. Onları alın, beni almayın" dedim. "Nasıl yani?" dedi. Müdürlük ve sorumluluk bunu gerektiriyor. Öncelikle onlara iş bulmak zorundayım. Namık ağabey, "Doğru söylüyorsun; çok haklısın. Sen bir dakika bekle" dedi. Doğan Heper o zaman Genel Yayın Yönetmeni'ydi. Namık ağabey gitti, geldi, "Tamam, senle beraber dört kişi geliyorsunuz" dedi. Milliyet maceram böyle başladı.

O dönemin efsane isimlerini bize biraz anlatır mısınız?

Milliyet'e geldikten sonra Namık ağabeyle 6 ay çalıştım. Sonra vefat etti. Allah rahmet eylesin, müthiş bir insandı. Oradaki arkadaşları tanıyoruz tabiî ki ama yeni bir yere gelmenin de telaşı da var bizde. Namık ağabey, "Bir hafta burada misafirsiniz. Çayınız, kahveniz benden. Oturun, sadece izleyin, sistemi öğrenin" dedi. Bir hafta sonra da, "Arkadaşlar artık misafirlik bitti. Ne var elinde" diye konuştu. O zaman Bob Geldof diye bir şarkıcı var. Afrikalı açlar için turneler düzenliyordu. Ben de o dönem BBC Türkçe servisine spor haberleri, spor yorumları yapıyorum günlük. Oradan bir kazancım da var. Güzel rakamlardı. Oradaki bir arkadaşım, benden İstanbul'daki ünlü atletlerin isimlerini istedi. "Neden?" dedim. "İstanbul'da, Afrikalı açlar için bir koşu düzenlenecek" cevabını verdi. Atletizm Basın Komitesi'ndeyim. Başkan da Cüneyt Koryürek'ti. Herkesin haberi var, bir tek benim yok. Saklamışlar bu haberi. Namık ağabeye, "Ünlü atletler, Afrikalı açlar için koşacaklar" dedim. İsmet Tongo'nun kulakları çınlasın, onu çağırdı. "İsmet tam sayfa bu haberi giriyorsun. Boğaz Köprüsü fotoğrafı bulun" dedi. Birinci haftamda tam sayfa çıktım ve ödül aldım. Bu haber Başkan Cüneyt Koryürek'in istifasına neden oldu. Şansal ağabey, Aybars Hünalp ve Oğuz Tongsir'i havaalanından geri çevirmişler. Çünkü çok büyük bir haber. Büyük bir organizasyonla ünlü atletler koştu köprüde. Namık ağabeyin vefatından sonra Nezih Alkış geldi. Nezih ağabey, Hürriyet'e transfer olduktan sonra Şansal ağabey geldi.

Şansal Büyüka ile anılarınızı anlatır mısınız?

Onunla da güzel anılarımız vardır. Dışarıdan birbirimizi tanıyoruz ama beraber çalışmadığımız için beni çok tanımıyor. Bizim meslekte insanın altını oyarlar. Ben işkoliktim. Çok çalışırdım. Her yerde vardım. Her gece gezerdim. Spor camiasının gittiği yerlerde ben de vardım. Bir takım ayak oyunları oldu. O zaman Beşiktaş'ın kamplarına foto muhabiri gitmezdi. Tek kişi giderdik ve her şeyi yapardık. O zamanki ekonomi buna elverişliydi. Kıbrıs kampına gideceğim Beşiktaş'la… Şansal ağabey bana soğuk davranıyor. Kamp da bir ay sürecek. Şansal ağabeye, "İsterseniz ben gitmeyeyim. Bana karşı bir sıkıntınız var. İsterseniz istifa edeyim" dedim. "Yok kardeşim git" dedi ama yüzüme bile bakmadı. Çözemedim bu olayı tabiî. Daha bu kadar tecrübeli de değiliz. Sonra kampa gittik. Antalya'da bir Metin Tekin röportajı yaptım. Tabiî o zamanlar Metin sarı fırtına. İnanılmaz fotoğraflar, inanılmaz lâflar. Tam sayfa olmuştu. Döndüm geldim, Şansal ağabey servisin ortasında, "Bu adamla ilgili bir daha kimse bana bir şey söylemesin. Dedikodu getirmesin. Ağır konuşurum" dedi. Bana da "Kardeşim eline sağlık. Allah senden razı olsun. Seninle ilgili yanlış düşünmüşüm" sözlerini kullandı. Bir maaş ikramiye aldım.

Bugüne kadar kaç ödül aldınız?

42 yıllık meslek hayatımda 38 ödül aldım. Neredeyse her yıla bir ödül düşüyor. Ama birincilik var, ikincilik de var tabiî. TSYD ödülleri biliyorsunuz bizim için Oscar niteliği taşır. Bir yılın emeğidir o. İtalya'da Capello ile Gordon Milne'i bir araya getirdim. Çok önemliydi benim için. Meslekte hep yapılamayacak haberlere imza attım. Yolsuzlukları ortaya çıkardım. Gordon Milne'i kovduran haberler benden çıkmıştır. Yanlış transferler, sahte oyuncularla ilgili haberleri hep ben yaptım.

Süleyman Seba ile yakınlığınız da ön plandaydı.

Evet, baba-oğul gibiydik. Bana "Bilal Seba" derlerdi. O yüzden de çok küfür yedim. Ama hiçbir zaman yılmadım. Yani Süleyman ağabey gibi bir fenomenle 42 yıl aynı masayı paylaşmak benim için büyük şerefti. Hatta bana "Bilal Seba" dediklerinde gurur duyardım. Çünkü çok düzgün bir insandı, adam gibi bir adamdı Süleyman ağabey. Türkiye aşığı, Atatürkçü, aydın bir insandı. Laik, Cumhuriyetçi bir başkandı. Başkanlar üstü bir başkandı. Bütün kulüplerin başkanları, Süleyman ağabeyi ziyarete gelirdi. Ama asla taraf olmadım. Bütün gazetecilik ilke ve prensiplerimi yerine getirdim. "Bu ağabeyimdir, bu dostumdur" demedim. Kimseyi pas geçmedim. Kayıt dışı hikâyeleri yazmadım.

Birkaç örnek alabilir miyiz?

Chirstoph Daum yeni gelmişti Beşiktaş'a. Yemeğe çıktık kendisiyle. Bir transfer var. Almanya'dan alınacak ama ismi bilmiyoruz. Bir akşam yemekte Daum, "Sana bir isim vereceğim ama altı ay yazmayacaksın" dedi. Stefan Kuntz'u söyledi. 6 ay sonra beni cep telefonumdan aradı ve bozuk Türkçesiyle, "Bilal yazabilirsin" dedi. Ve bu haber manşet oldu.

Peki, Süleyman Seba'dan haber konusunda bir yardım aldınız mı?

42 yıllık dostumdur, sadece bir haber dışında kendisinden hiçbir zaman haber alamadım. Bir tane haber aldım, o da şuydu. Yine Gordon Milne'in gitmesinden sonra bir antrenör boşluğu doğdu. İhsan Topaloğlu o zaman spor müdürü. Şansal ağabeyin lâkabı, "Matkap"tı. İhsan ağabeye de, "Küçük matkap" diyorduk. Gürcan Bilgiç, Halil Özer ve benim sırtımda boza pişirirlerdi. Ondan çektiğimizi hiç kimseden çekmedik. Ama yiğidi öldürür, hakkını verirdi. En büyük parayı Şansal Büyüka zamanında kazandık. Gazeteciliğin hakkını veren gazetecilerdi. Şansal ağabey 10 tonluk bir yük gibiydi bizim üzerimizde. Haber atladığımız zaman Nuriosmaniye'de deprem olurdu. Öyle bağırırdı. Ama haber atlattığın zaman da krallık gelirdi. Cep telefonları çıktı ve daha çok çalışmaya başladık. Çünkü adam istediği zaman buluyor bizi. İhsan ağabey bir gece beni aradı. "Manşet boş, acilen haber bul" dedi. Ben de Sinema Sevenler Derneği'ndeyim. Kalktım gece yarısı Süleyman ağabeyi Akaretler'de bir otelde buldum. Hasan Arat, Fahrettin Curoğlu ile oturuyorlardı. Beni gördü. O zaman lâkabım "Kara Sakal…" Beni gördü, "Oooo Kara Sakal… Ne o bu saatte geldin buraya? Uyumuyor musun oğlum sen? 24 saat yarasa gibi geziyorsun" dedi. "Baba, hoca kim olacak ne olursun söyle. 40 yıllık arkadaşız, bir kez haber vermedin" dedim. O sırada gömleğimi yırttım. Çünkü burama kadar gelmişti artık. Evet, haber alabilmek için resmen üstümü-başımı yırttım. "Manyak mısın? Ne yapıyorsun?" dedi. Sonra dedi ki, "Galatasaray'da bir tane adam var. Kıvırcık, beyaz saçlı. Hatta iki tane stoper getirdi. Galatasaray'ı şampiyon yaptı, fena değil." Bu kadar! Gece 1'e 5 kala tam sayfa yaptık, Feldkamp dedik. Ama Feldkamp lâfı, Süleyman ağabeyin ağzından çıkmadı.

Millî Takım anılarınızı alabilir miyiz?

11 hocayla çalıştım. Çok anılarım var. Özellikle Mustafa Denizli ile çok güzel bir anım var. Sergen Yalçın'la ilgili. Sergen'in at yarışı merakı var. Belçika'dayız. Sergen bana, "Ağabey dördüncü ayağı öğren, bana işaret et" dedi. "Tamam" dedim. 6 numara geldi. Ben de elimi havaya kaldırıp, "6" yaptım. Mustafa Denizli döndü bana, "Bilal Meşe 4. ayakta 6 numara mı geldi?" dedi. Böyle yakalandım. Kıpkırmızı oldum, çöktüm. Bir Sergen'e bakıyor, bir bana bakıyor. Yakalanmam bu oldu. Bir de İtalya'da Şenes Erzik ağabeye yakalandım. Yine Sergen yüzünden. Bana "İstanbul'dan faks çektir, galopları getir ağabey" dedi. Ben de geldim bunu takım oteline bırakırken Şenes ağabey gördü, "Ne oldu galopları mı getirdin?" dedi. Orada da yakalandım.

Fatih Hocayla ilgili aklınıza ilk gelen anılarınız neler?

1996'da ilk kez Avrupa Şampiyonası'na gittiğimizde Yaşar Saygı vardı yanımda. Omuz omuza yıllarca çalıştık. Çok iyi bir sanatçıydı. Üreten, düşünen bir arkadaşımızdı. Günlerce kafa patlattık. "Ne yapalım, ne yapalım" derken "Wembley'e götürelim Fatih Hocayı" dedik. Fatih hocayı oraya götürmek bir hadise. Fikir Yaşar Saygı'nın, ama lojistik destek veren benim. Fatih Hocaya gittik. O zaman Levent'te oturuyor. "Frak giydireceğiz, limuzin tutacağız" dedik. Bir ay uğraştık hocayı ikna etmek için. Sonuçta götürdük. Hiç unutmam, stada girerken skorboardda, "Welcome to Fatih Terim" yazıyordu. Bunu İngilizler yazmıştı.

Futbola döndüğümüz zaman?..

Brezilya'ya gidemedik, bu çok kötü. Bütün bu çalıştığım hocaların hepsi başarılı bana göre. Ama önce Türk futbolunu analiz etmek gerek. Türk futbolu çok mu iyi de biz oralara gidemiyoruz? Buraya kim gelirse gelsin hiç fark etmez. Yine bu Millî Takım, 77 milyonun içinden seçiliyor. Dolayısıyla Selçuk'u alacaksın, Burak'ı alacaksın, Arda'yı her gelen almak zorunda. Örnek veriyorum bunları. İzlanda maçı bana göre skandaldır. Fatih Hocayı suçlayamayız ki. Ömer Toprak çıkıyor, yapılmayacak bir hareket yapıp takımı en kritik maçta 10 kişi bırakıyor. 3-0 yenildik. Fatih Hoca ne yapacak bu takıma? Kement mi atacak da adamın elini tutacak? Her türlü analizi yapıyor hocalar. Gece uyumazlar. Rakibi analiz ederler ve oyuncunun önüne sunarlar. Bir takımın başarısındaki hoca payı yüzde 20'yi geçmez. Bilemediniz yüzde 23'tür. Hiddink geldi de ne yaptı? Bir yere mi götürdü bizi? Ben hep yerli hocadan yanayım. Bir başarısızlıkta ben faturayı hocaya çıkarmam. Tamamen saha içindekilere çıkartırım. Hollanda maçı… Bitime 4 dakika kala 1-1 bitiyor. Fatih Hoca ne yapsın? Yapacağı hamleler vardı ama Serdar Aziz sakatlandı. Bence Türk futbolunun altyapısına inmeli. Şener'le karşılaştım Lüksemburg maçında; çok beğendim. Gökhan'ın yerini zorlayabilecek bir oyuncu. Var da mı bulmuyorlar? Bence yetişmiyor! Altyapılar kulüplerde bitik durumda.

EURO 2016 yolunda son olarak Hollanda'yı elimizden kaçırdık ve tek puana razı olduk. 5 puanla 5. maçlar sonunda 4. sıradayız. Şimdi 12 Haziran'da grup sonuncusu Kazakistan'la oynayacağız. Ardından Letonya, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve İzlanda maçları; yani ortada 15 puan var. EURO 2016 şansımızı nasıl görüyorsunuz?

Matematik olarak şansımız sürüyor ama mantık olarak pamuk ipliğine bağlıyız. İnanılmaz puanlar kaybettik. Puan alacağımız Çek Cumhuriyeti maçında mesela penaltımız verilmedi. Çok yan olaylar da var. Bu grupta herkes herkesi yenebilir. Hollanda ve biz favoriydik. Biz dördüncüyüz, Hollanda üçüncü. Hollanda'yı yensek bugün farklı şeyler konuşuyor olacaktık. Herhalde artık üçüncülük için savaşacağız. Herkes puan kaybedebilir. Bizim yukarıyı yani bir ve ikiyi yakalama şansımız biraz zor gözüküyor.

Peki, Fenerbahçe'nin yaşadığı silahlı saldırı olayına değinelim. Ne düşünüyorsunuz?

Benim başladığım yıllarda Beşiktaş'ta bir fotoğraf var. Çok güzel bir örnek vereceğim. Beşiktaş-Fenerbahçe maçı. Herkes kravatlı ve bütün Fenerbahçeli, Beşiktaşlı taraftarlar beraber oturuyor. Küfür yok, kavga yok, silah yok, bıçak yok. Sadece "Hakeme gözlük" diye bağırıyorlar. Beraber maç izleniyordu. Biz o yıllardan çok uzaklaştık. Geçmişte inanın maça kadınlar geliyordu. Şimdi inanılmaz küfürler ediliyor. Hele ki silahlı saldırı olayı inanılmaz. Her şeyi gördük ama böylesini görmedik. Bunun yorumu filan yok artık. Sözün bittiği yerdeyiz. Bu oyunun içinde hepimiz varız, batarsak hepimiz batarız. Bu olayların temelinde eğitimsizlik yatıyor. Herkesin eğitimsizliği…

Geri
İleri