TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Bir başka final!
TamSaha/Mayıs 2012
19.05.2012
Bir başka final!TamSaha/Mayıs 2012

Şampiyonlar Ligi'nde yarı finalleri başlamadan önce herkesin aklında tek bir final vardı aslında. O da iki İspanyol devinin La Liga'da sürdürdükleri olduğu El Clasico çekişmesini bu sefer de Şampiyonlar Ligi finaline taşımasıydı. Lâkin yarı final maçları sonunda ortaya sürpriz bir sonuç çıktı. Villas Boas'ın gönderilişinin ardından çıkışa geçen Chelsea, Barcelona'yı, Allianz Arena'daki finalde ev sahibi unvanını eline geçirmek isteyen Bayern Münih de Real Madrid'i eleyerek isimlerini finale yazdırdı.

Yazı: Aydın Güvenir/TamSaha Mayıs 2012

Şampiyonlar Ligi'nde yarı finalleri başlamadan önce herkesin aklında tek bir final vardı. O da iki İspanyol devinin La Liga'da sürdürdükleri El Clasico çekişmesini Şampiyonlar Ligi finaline taşımasıydı. Son yıllarda Barcelona'nın önlenemez yükselişini bu sene durdurmayı başararak La Liga şampiyonluğuna çok yaklaşan Real Madrid ile ezeli rakiplerinin finalde karşılaşacağına herkes kesin gözüyle bakıyordu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve iki İspanyol takımı Münih'te buluşmak yerine Şampiyonlar Ligi finalini evlerinde izlemek zorunda kaldı.

Her şey Napoli maçıyla başladı

Şampiyonlar Ligi 2. Turu'nda eşleştiği ilk maçta sezonun flaş takımı Napoli'ye 3-1 kaybettikten sonra Andre Villas Boas'ın görevine son vermişti Chelsea. Premier Lig'de de son derece kötü bir sezon geçiren Mavilerin idaresi ise takımın eski futbolcusu Roberto Di Matteo'ya bırakılmıştı. İşte bu ayrılığın ardından Abramovich'in ekibine adeta sihirli bir değnek değdi. Chelsea, Stamford Bridge'deki rövanşta İtalyan ekibini muhteşem bir geri dönüşle normal süresi 3-1 biten karşılaşmanın uzatmalarında 4-1 mağlup ederek çeyrek finale adını yazdırdı. Bu tarihten itibaren de önlenemez çıkış başladı. Çeyrek finalde bu sezon Şampiyonlar Ligi gruplarında Manchester United'ı ekarte etmiş Benfica'yı eleyerek yarı finalde Barcelona'nın rakibi olmuşlardı. Son 3 sezonda Şampiyonlar Ligi'ni 2 defa müzesine götürmüş Barcelona karşısında otoriteler tarafından pek şans tanınmıyordu Londra ekibine. Hatırlanacağı üzere iki takım 2008-2009 sezonunda Şampiyonlar Ligi yarı finalinde karşı karşıya gelmiş ve İngiltere'de oynanan maçta Iniesta'nın son dakika golüyle Barcelona final biletini kapmış ve şampiyonluğa yürümüştü. O müsabakada maçın hakemi Norveçli Ovrebo'nun verdiği tartışmalı kararlar İngilizleri çileden çıkarmıştı. İşte bu maçın rövanşı olarak bakıyordu Londra ekibi bu yarı final eşleşmesine. Stamford Bridge'de oynanan ilk karşılaşmada Barcelona yüzde 72 oranında topa sahip olmasına ve sayısız gol pozisyonuna girmesine rağmen maçı kazanan taraf Didier Drogba'nın golüyle ev sahibi Chelsea olmuştu. Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarık Ongun, Fırat Aydınus, Bülent Yıldırım, Hüseyin Göçek hakem altılısının görev yaptığı rövanş karşılaşmasında ise kaptan John Terry ilk yarıda oyundan atılıp kısa bir süre sonra da Katalan ekibi golü bulunca Maviler için işler son derece zor hale gelmişti. 10 kişi kalan rakibi önünde ikinci golü de bulan Barça artık finale çok yakındı. Ancak devre sonunda kaleci Valdes'le karşı karşıya kalan Ramires harika bir aşırtma vuruşla ağları havalandırıp takımının devre arasına tek farklı geride gitmesini sağladı. Bu moralle ikinci yarıya başlayan Chelsea'de, Drogba'nın rakibini ceza sahası içerisinde yere düşürmesi sonucu sevinç kısa sürüyor, ancak Messi'nin kaçırdığı penaltı sonunda keyifler tekrar yerine geliyordu. Bu dakikadan sonra savunmada Drogba'dan Kalou'ya, Mata'dan Torres'e kadar olağanüstü bir mücadele örneği sergileyen Di Matteo'nun ekibi ,Fernando Torres'in son dakika golüyle maçı 2-2 tamamlayıp Şampiyonlar Ligi Finali'ne adını yazdıran taraf oluyordu. Böylelikle sezon sonuna kadar takımı tanıdık bir ismin çalıştırması amacıyla göreve getirilen Di Matteo önderliğinde adeta küllerinden doğan Chelsea, kayıp olarak görülen bir sezonda küçük çapta bir mucizeye imza atıyordu.

Evindeki finali kimselere bırakmadı

Grup maçlarının ardından kendisine göre daha zayıf ekipler olan Basel ve Marsilya'yı eledikten sonra bu takımların aksine son derece zorlu bir ekip olan İspanyol devi Real Madrid'le yarı finalde eşleşen Bayern Münih, evinde oynanan ilk karşılaşmada Mario Gomez'in son dakikalarda bulduğu golle Mourinho'nun ekibini 2-1 mağlup etmeyi başarmıştı. Bernabau'da oynanacak rövanş mücadelesinden 4 gün önce ligde Barcelona'yı deplasmanda 2-1 mağlup ederek 3 sezondur rakibine bıraktığı La Liga şampiyonluğuna çok yaklaşan Real Madrid, yarı final karşılaşmasında bir gün önce de ezeli rakibinin Chelsea'ye elenmesinin ardından oldukça rahatlamıştı. Bu moralle sahaya çıkan İspanyol devi, Ronaldo ile ilk 15 dakikada bulduğu iki golle de avantajı eline geçirdi. Ancak Alman ekibi ilk yarı bitmeden ağları sarsarak durumu 2-1'e getirmeyi başardı. İlk maçta da rakibine soğuk terler döktüren Heynckes'in ekibi, rövanşın ikinci yarısında da oldukça başarılı bir oyun ortaya koyarak maçı uzatmalara taşımayı başardı. Uzatmalarda da gol sesi çıkmayınca penaltı vuruşlarına geçildi. Penaltılarda kullandığı 4 atışını 3'ünden yararlanamayan Madrid ekibi, futbolseverlere iki günde ikinci sürprizi yaşatarak final biletini rakibine teslim ediyordu. Yarı finalde gösterdiği mücadeleyle bu sezon kendi evinde düzenlenecek olan finalde yer alabilmek için adeta ant içtiğini gözler önüne seren Bayern Münih ise bu amacına ulaşmış oluyordu. Bavyera ekibi aynı zamanda iki sezon önce Santiago Barnebau'da oynanan finalde kaybettiği Inter'in hocası Mourinho'dan da intikamını ilginç bir şekilde aynı stadyumda ama başka bir takımın başındayken alıyordu.

Uzun lâfın kısası bu sezon Şampiyonlar Ligi finalinde El Clasico kapışması bekleyen futbolseverlerin çoğu yarı final maçları sonunda karşılarında iki sürpriz takımı buldu. Bakalım bu iki sürpriz ekipten hangisi 19 Mayıs'ta Allianaz Arena'da oynanacak olan finalde kupayı müzesine götürecek, hep beraber göreceğiz. Tarihinde çıktığı tek finalde 2007-2008 sezonunda Moskova'da penaltılara Manchester United'a kupayı kaptıran Chelsea mi, yoksa en son 2001 yılında bu kupayı kazanan ev sahibi Bayern Münih mi?

Münih'te final başkadır

Birçok insanın hayallerindeki şehir olarak akıllara gelmez Münih. Yine de Avrupa'nın kültürel açıdan en zengin kentlerinden biri olarak Mozart gibi bir dehaya ilham verebilmiştir. Öte yandan Oktoberfest ile her yıl dünyanın en güzel biralarını tatma imkânı sunar. Bu sezon Avrupa'nın kulüpler bazında en büyük kupasının finaline dördüncü kez ev sahipliği yapan Münih, önceki üç karşılaşma sayesinde futbolun Mozart'larını sahneye taşımıştı.

Yazı: Mustafa Akkaya/TamSaha Mayıs 2012

Talihsiz geçen 1972 Olimpiyat Oyunları, Münih için büyük bir spor organizasyonu  düzenlemek adına iyi başlangıç olmadı. Ne var ki bundan 34 yıl sonra Dünya Kupası'nın açılış maçına sahne olan kent, artık Alman futbolunun ayak seslerini duyurmaya başlıyordu. Bu tarihler arasında üç kez de Şampiyonlar Ligi (Şampiyon Kulüpler Kupası) finaline sahne olmayı başardı Bavyera başkenti. İlk olarak 1979 yılında Brian Clough'ın Nottingham Forest'ı futbol tarihinde belki de tekrarı hiç izlenemeyecek bir destan yazıyordu. 14 yıl sonra acısının sonradan çıkacağını bilmeksizin bu kez Marsilya aynı sevinci yaşarken, son olarak 1997 Mayıs'ında Sammer'li Borussia Dortmund kulüp tarihinin zirvesine ulaşıyordu. Bu üç karşılaşmanın da kupa geçmişinde ayrı birer yer tutuyor olması, 19 Mayıs'taki final için futbolseverleri ayrıca heyecanlandırıyor.

1979: Nottingham Forest-Malmö

70'li yılların ikinci yarısından itibaren Avrupa futbolu tam anlamıyla bir İngiliz hegemonyası altındaydı. 1985'teki Heysel faciasına dek süren bu hâkimiyetin kökenlerinde hiç şüphe yok ki ligdeki yoğun rekabet ortamının payı büyüktü. 70'lerin başında yükselen ve sonlarına doğru iyice parlayan bir Brian Clough gerçeği, Bob Paisley'nin elindeki müthiş Liverpool ekolünün tahtını sallıyordu. Öte yandan Ron Saunders, İkinci Lig'den çıkardığı Aston Villa'yı gün geçtikçe daha da geçilmez bir hale getiriyordu.

Birinci Lig'e yükseldiği ilk sezon olan 1977-78'de şampiyonluğa uzanmayı bilmişti Nottingham Forest. Bu sıra dışı zafer, Bill Shankly'den bayrağı devralarak Liverpool mirasını daha ileri götürmeye çalışan Bob Paisley için yeterince büyük bir darbeydi. Neyse ki kader, Paisley'e ertesi sezonun hemen başlarında rövanş fırsatı sunacak şekilde ağlarını örmüştü. İki ekip, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nın henüz ilk turunda karşı karşıya gelecekti. Ne var ki Clough yine beklenmeyeni gerçekleştirmiş, Paisley'e bir darbe de Avrupa'da vurmuştu. 1979 Mayıs'ında Paisley ligde şampiyonluk unvanını geri alırken, Clough bu kez Münih Olimpiyat Stadı'nda başka zaferler kazanmak üzereydi.
Nottingham Forest'ın Avrupa'daki ilk sezonunda finale kadar yürümesi yeterinde şaşırtıcı değilmiş gibi, karşısına Malmö gibi yine sürpriz bir takımın çıkması beklentilerin iyice ötesindeydi. Şehir merkezinin en fazla 60 km uzağından gelen yerli gençlerden güzel bir takım yaratan Bob Houghton, bu başarıda önemli bir paya sahipti. Halen İsveç tarihinde bir Avrupa kupası finaline çıkan tek takım unvanını koruyan Malmö'de Houghton'ın getirdiği radikal taktik anlayışı ve idman sistemi özellikle öne çıkıyordu.

Maça hızlı başlayan taraf Nottingham Forest olmuştu. Özellikle o dönemin en verimli kanat oyuncularından biri olan John Robertson ile soldan çok etkili gelen Forest, ilk devrenin uzatma dakikalarına dek golü bulamamıştı. Öte yandan katı bir savunma anlayışı uygulayan Malmö de Brian Clough'ın işini zorlaştırıyordu. İlk yarının bitiş düdüğü çalmak üzereyken Robertson sol kanatta iki İsveçliyi etkisiz hale getirerek topu İngiliz futbolunun ilk 1 milyon sterlinlik adamı olan Trevor Francis'e doğru yolladı. Turnuvanın başından beri sadece üç gol yiyen kaleci Jan Möller hamle yapmayınca Francis'e uçan kafa ile topu ağlara göndermek kaldı. İkinci yarıda Malmö bu gole karşılık veremeyince Clough ve ekibi artık Avrupa'nın da zirvesindeydi.

Henüz iki sezon önce İkinci Lig'de top koşturan bir takımın Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanması, o dönem şartlarında ancak Brian Clough gibi disiplinli, yaratıcı, takım ruhunu bilen ve elindeki malzemeyi çok iyi kullanan bir teknik adamla mümkün olabilirdi. Forest'ın golcüsü ve Clough'ın keşfi olan Gary Birtles, sadece üç sezon önce amatör bir kulüp olan Long Eaton'da forma giyerken Münih finalinin hayalini bile kurmuyordu. Öte yandan 1 milyon sterlinlik adam Trevor Francis'i takımla ilk idmanında arkadaşlarına çay demlemeye göndermeyi de Clough'tan başkası kolay akıl edemezdi!

1993: Marsilya-Milan

80'li yıllar yerini 90'lara bırakmaya hazırlanırken İtalya, ünlü bir medya patronunun futbola el atışına şahit oluyordu. Milan'ı satın alan Silvio Berlusconi'nin hedefi büyüktü. Arrigo Sacchi gibi başlı başına ekol yaratacak olan bir teknik adamı takımın başına getirmiş, kadro kalitesi için ise elini cebine atmaktan hiç çekinmemişti. Böylece 1989 ve 90'da iki kez Şampiyon Kulüpler Kupası'nı evine götürmeyi başarırken, Sacchi sonrası takımın başına Capello'yu getirerek yine akıllıca bir seçim yapmıştı. Nitekim Capello iş başı yaptığı sezon ligi lider tamamlamış, sonrasında katıldığı üç Şampiyonlar Ligi'nde de finale kalmıştı.

Capello'nun üç yıl sürecek final serisinin ilkinde rakip, Berlusconi ile benzer emelleri paylaşan bir başkana sahip Marsilya'ydı. Bernard Tapie, Berlusconi ile hemen hemen aynı anlarda Marsilya'yı satın almış ve takımının başarısı için gerektiğinde karanlık işlere bulaşmaktan bile çekinmemişti. Paris St. Germain ile birlikte Fransa'nın en büyük taraftar kitlesine sahip olan Marsilya, 1989-92 yılları arasında dört kez üst üste şampiyon olarak rakibini arkada bırakmıştı. Asıl darbe ise beşinci şampiyonluğun gelmek üzere olduğu ve Şampiyonlar Ligi finalinde Münih yolunun tutulduğu 1993 Mayıs'ında vurulacaktı.

Şampiyonlar Ligi formatı altındaki ilk finalin adı böylece belli olmuştu. Aynı sahada 14 yıl önce olduğu gibi ilk yarının son anlarına kadar Marsilya ve Milan arasındaki eşitlik bozulmadı. Hakem düdüğünden hemen önce Fransız stoper Basile Boli'nin golü Marsilya'ya üstünlüğü sağladı ve son düdük gelene kadar da bu hâkimiyet bozulmadı. Böylece Münih Olimpiyat Stadı bir kez daha sürpriz bir şampiyon çıkarmış, Capello'nun muzaffer Milan'ını yenen Marsilya, bu başarıyı yakalayan ilk ve tek Fransız takımı oluvermişti.

Münih'ten Marsilya'ya dönen kafilenin başındaki Bernard Tapie, o gün Le Figaro gazetesinin deyimiyle "lejyonerlerinin başındaki Romalı general" edasındaydı. Sadece üç gün sonra ise ezeli rakip PSG'yi yine Boli'nin golüyle geçen Marsilya, Ligue 1'da art arda beşinci zaferini tescilliyordu. Ne var ki bu tatlı rüyadan birkaç hafta içinde uyandı Tapie. "Romalı general"in Valenciennes maçında rakip oyunculara kendilerini fazla zorlamamaları için para verdiği ortaya çıktı ve bir dizi soruşturma sonucu olay tsunami dalgası gibi büyüdü. Nitekim kısa süre içinde Marsilya küme düşürülmüş, son lig şampiyonluğuna el konmuş, Şampiyonlar Ligi'ne katılım hakkı da elinden alınmıştı. Bernard Tapie ise birkaç ay sonra hapis yatmaya mahkûm bırakılmıştı.

O güne kadar berrak akan suların aslında çamurlu olduğu anlaşılınca Marsilyalı futbolcular birer birer takımdan ayrıldı. Barthez, Desailly ve Deschamps gibileri '98 Dünya Kupası'nda Fransa'nın temellerini oluştururken, Capello'nun Milan'ı ertesi sezon Desailly ile yenilenmiş kadrosuyla Barcelona'yı dağıtarak Şampiyonlar Ligi'ni kazandı.

1997: B. Dortmund-Juventus

1993 Mayıs'ında Marsilya, Milan'ı alt etmeden bir hafta önce, UEFA Kupası'nın yeni sahibi Trapattoni'nin Juventus'u oluyordu. O gün yenilgiyi tadan Borussia Dortmund Teknik Direktörü Ottmar Hitzfeld, yaklaşık üç yıl sonra aynı rakibi Münih'teki Şampiyonlar Ligi finalinde karşısında bulacağından habersizdi. Bu kez Juventus'un başında Marcelo Lippi olduğu gibi, üç yıl önceki finalde Juventus kadrosunda yer alan Jürgen Kohler, Julio Cesar ve Andreas Möller artık sarı-siyahlı formayı giyiyordu.

Bir önceki sezon Avrupa'nın bir numaralı kupasını kaldıran Juventus, tıpkı Milan gibi bu turnuvada üç yıl üst üste final oynayacaktı. Serinin ikinci finaline çıkarken defansta Ferrara ve Montero, orta sahada Zidane, Deschamps, Di Livio ve Jugovic, hücum hattında ise Del Piero, Boksic ve Vieri sayesinde Lippi'nin ekibi tam anlamıyla geçilmez bir görüntü çiziyordu. Öte yandan Borussia Dortmund, Hitzfeld önderliğinde 3-5-2'den kalan son güzellikleri sergileme çabasındaydı. 1996 yılında Ballon d'Or kazanan nadir defans oyuncularından biri olma başarısını yakalayan Matthias Sammer, Beckenbauer sonrasında libero bölgesinin en iyi oyuncusu olarak kabul ediliyordu. Ayrıca Stephane Chapuisat, Karl-Heinz Riedle ve genç yetenek Lars Ricken'in oluşturduğu hücum hattı da yeterince tehditkârdı.

Yine de finalin favorisi kesinlikle Juventus'tu. Maçtan önceki gece Riedle biri sol ayak, diğeri kafa ile iki gol attığı bir rüya görmüştü. Münih Olimpiyat Stadı'nda yarım saat geçmek üzereyken bu rüya gerçekleşmekten çok uzaktı, çünkü Juventus atakları dinmek bilmiyordu. Nihayet 29. dakikada Riedle sağdan gelen topu göğsünde düzeltip sol ayağıyla Peruzzi'yi avladı. 5 dakika sonra ise Möller'in köşe vuruşunu kafa ile ağlara gönderdi ve rüyasında gördüğü senaryoyu filme çevirmiş oldu. Maça ikinci yarı dâhil olan Del Piero 64. dakikada durumu 2-1'e getirdiğinde işler tekrar Lippi'nin lehine döner gibiydi. Ne var ki 71. dakikada oyuna giren Ricken, sahaya adım attıktan sadece 16 saniye sonra Peruzzi'nin üzerinden topu bir kez daha ağlarla buluşturdu. Yedek kulübesindeyken Peruzzi'nin sürekli kalesini terk ettiğini gören Ricken, ayağına gelen ilk topu hemen kaleye nişanlamayı hedefliyordu. Nitekim amacına ulaştı ve böylece Münih'teki üçüncü finalden de sürpriz bir şampiyon çıkmış oldu.

Bir şehir olarak pek de sürprizlerle dolu olmayan Münih, bugüne kadar sahne olduğu üç Şampiyonlar Ligi finalinde de beklentilerin ötesine geçmeyi başardı. Tarihte bu turnuvadaki şampiyonluklarının sayısı ligdekinden fazla olan tek takım unvanına sahip Nottingham Forest, Clough ile yakaladığı şaşırtıcı ivmeyi burada taçlandırdı. Marsilya'nın "planlı" yükselişinin bir anda sönmeden evvel zirveye çıktığı yer de Münih'ten başkası değildi. Yine bu şehirde tarihin en iyi Juventus takımlarından birini mağlup eden Ottmar Hitzfeld, 4 yıl sonra aynı kupada bu kez kentin en büyük takımını zafere taşıyacaktı. Kısacası Münih'teki her final kendi başına birer hikâye yaratmayı bildi. 19 Mayıs'ta Allianz Arena'daki karşılaşma da yepyeni bir öyküye gebe olabilir.